31 Ağustos 2007 Cuma

Dağları Taşıyan İhtiyar ve Oğulları



Bin kez budadılar körpe dallarımızı
Bin kez kırdılar
Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
Bin kez korkuya boğdular zamanı
Bin kez ölümlediler
Yine doğumdayız işte yine sevinçteyiz

Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek

(Adnan Yücel)


Büyük kalabalığın kulakları sağır edecekmişçesine yükselen ıslık sesleri sürekliliğini koruyordu uzun zamandır. Ne var ki bu sesi duydukça sen de ıslık çalıyorsun ya başka bir şey yapmanın mümkünü yok zaten. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bu uğultu güneşin doğuşunun müjdecisi… uzak diyarlardan gelen tatlı bir genç kızın ezgisiyle birleşti şimdi kalabalığın heybetli sesi ve birden hep birlikte ufacık bir an için sessizleşen topluluk, o anı değerlendirerek soluklanıp görkemli bir marşı söylemeye koyuldu. Melodinin aynılığıyla birlikte herkes kendi diliyle söylüyordu şarkısını. Ağızlardan çıkan farklı sözcükler o kadar uyumlu idiler ki gökkuşağının renklerindeki ahengi akla getiriyordu.

Besbelli yepyeni bir toplumu inşaa edecek yığınlardı toplananlar. Besbelli çeliğe su verenlerin torunları bunlar… Besbelli daha da sağlamlaştırmak istiyorlardı hayata ve insana dair güzel olan ne varsa. Geçen yüzyıl yine bir topluluğun önünde anlatılan bir Çin masalı geldi aklıma:

“Dağları Taşıyan Budala İhtiyar " adlı bir Çin masalı vardır. Bu masal, çok eskiden Çin’in kuzeyinde yaşayan ve Kuzey Dağının Budala İhtiyarı adıyla bilinen yaşlı bir adamı anlatır. Bu adamın evi güneye bakarmış; kapısının önünde duran Tayhang ve Vangvu adlı iki büyük dağ, yolu kapatırmış. Adam bir gün oğullarını çağırmış ve hep birlikte kazma küreğe sarılmışlar, dağları büyük bir kararlılıkla kazmaya başlamışlar. Akıllı İhtiyar adıyla bilinen bir başka aksakal onları görünce gülmekten kırılmış : ‘Amma da aptalsınız! Bu iki koca dağı kendi başınıza hayatta kazıp bitiremezsiniz!’ demiş. Budala ihtiyar cevap vermiş: ‘Ben ölünce oğullarım devam eder; onlar ölünce torunlarım devam eder; torunlarım da ölünce onların oğulları ve torunları devam eder ve bu durmadan sürüp gider. Dağlar ne kadar yüsek olursa olsun, daha fazla büyüyemezler. Ama bizim kazdığımız her bir parçayla biraz daha küçülürler. Kim demiş onları yerle bir edemeyiz diye? Akıllı ihtiyarın yanlış görüşünü böylece çürüttükten sonra, inancından hiçibir şey yitirmeden her gün kazmaya devam etmiş. Tanrı bütün bu olup bitenden çok etkilenmiş ve yeryüzüne iki melek göndermiş; bu melekler de dağları sırtlayıp götürmüşler.”

İşte tüm dağları ortadan kaldıran tanrı bu kitlelerdi demek, gezegenin dört bir yanından öfkelerini ve sevdalarını kuşanıp da gelen, alanlara sığmayan işçilerdi, emekçilerdi. Göğün rengi topluluğun ellerinde sallanan bayrakların rengi oldu. Ey büyüleyici gökyüzü sen de renginle katıldın demek kalabalığın zafer çığlıklarına… El ele, kol kola, omuz omuza yürüyorlardı düşmana inat. Yüzleri ise en ileriye dönük, bakışları en keskininden… Yürekleri göğün kızıllığıyla beraber korlaşmıştı ve biriken inanılmaz sıcaklık yine aynı yerden fışkıran coşkuyla sarmaş dolaş olmuştu. Durdurmanın imkanı olamazdı onları; bütün ürünleri, araçları, besinleri yaratan eller bundan sonra kuracakları o güzel dünya için çalışacaklardı.

O gün yeryüzü aşkın yüzü olmuştu.

Haydar Gulasor

Hiç yorum yok: