6 Aralık 2008 Cumartesi

Sansüre Hayır

31 Ağustos 2007 Cuma

Dağları Taşıyan İhtiyar ve Oğulları



Bin kez budadılar körpe dallarımızı
Bin kez kırdılar
Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
Bin kez korkuya boğdular zamanı
Bin kez ölümlediler
Yine doğumdayız işte yine sevinçteyiz

Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek

(Adnan Yücel)


Büyük kalabalığın kulakları sağır edecekmişçesine yükselen ıslık sesleri sürekliliğini koruyordu uzun zamandır. Ne var ki bu sesi duydukça sen de ıslık çalıyorsun ya başka bir şey yapmanın mümkünü yok zaten. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bu uğultu güneşin doğuşunun müjdecisi… uzak diyarlardan gelen tatlı bir genç kızın ezgisiyle birleşti şimdi kalabalığın heybetli sesi ve birden hep birlikte ufacık bir an için sessizleşen topluluk, o anı değerlendirerek soluklanıp görkemli bir marşı söylemeye koyuldu. Melodinin aynılığıyla birlikte herkes kendi diliyle söylüyordu şarkısını. Ağızlardan çıkan farklı sözcükler o kadar uyumlu idiler ki gökkuşağının renklerindeki ahengi akla getiriyordu.

Besbelli yepyeni bir toplumu inşaa edecek yığınlardı toplananlar. Besbelli çeliğe su verenlerin torunları bunlar… Besbelli daha da sağlamlaştırmak istiyorlardı hayata ve insana dair güzel olan ne varsa. Geçen yüzyıl yine bir topluluğun önünde anlatılan bir Çin masalı geldi aklıma:

“Dağları Taşıyan Budala İhtiyar " adlı bir Çin masalı vardır. Bu masal, çok eskiden Çin’in kuzeyinde yaşayan ve Kuzey Dağının Budala İhtiyarı adıyla bilinen yaşlı bir adamı anlatır. Bu adamın evi güneye bakarmış; kapısının önünde duran Tayhang ve Vangvu adlı iki büyük dağ, yolu kapatırmış. Adam bir gün oğullarını çağırmış ve hep birlikte kazma küreğe sarılmışlar, dağları büyük bir kararlılıkla kazmaya başlamışlar. Akıllı İhtiyar adıyla bilinen bir başka aksakal onları görünce gülmekten kırılmış : ‘Amma da aptalsınız! Bu iki koca dağı kendi başınıza hayatta kazıp bitiremezsiniz!’ demiş. Budala ihtiyar cevap vermiş: ‘Ben ölünce oğullarım devam eder; onlar ölünce torunlarım devam eder; torunlarım da ölünce onların oğulları ve torunları devam eder ve bu durmadan sürüp gider. Dağlar ne kadar yüsek olursa olsun, daha fazla büyüyemezler. Ama bizim kazdığımız her bir parçayla biraz daha küçülürler. Kim demiş onları yerle bir edemeyiz diye? Akıllı ihtiyarın yanlış görüşünü böylece çürüttükten sonra, inancından hiçibir şey yitirmeden her gün kazmaya devam etmiş. Tanrı bütün bu olup bitenden çok etkilenmiş ve yeryüzüne iki melek göndermiş; bu melekler de dağları sırtlayıp götürmüşler.”

İşte tüm dağları ortadan kaldıran tanrı bu kitlelerdi demek, gezegenin dört bir yanından öfkelerini ve sevdalarını kuşanıp da gelen, alanlara sığmayan işçilerdi, emekçilerdi. Göğün rengi topluluğun ellerinde sallanan bayrakların rengi oldu. Ey büyüleyici gökyüzü sen de renginle katıldın demek kalabalığın zafer çığlıklarına… El ele, kol kola, omuz omuza yürüyorlardı düşmana inat. Yüzleri ise en ileriye dönük, bakışları en keskininden… Yürekleri göğün kızıllığıyla beraber korlaşmıştı ve biriken inanılmaz sıcaklık yine aynı yerden fışkıran coşkuyla sarmaş dolaş olmuştu. Durdurmanın imkanı olamazdı onları; bütün ürünleri, araçları, besinleri yaratan eller bundan sonra kuracakları o güzel dünya için çalışacaklardı.

O gün yeryüzü aşkın yüzü olmuştu.

Haydar Gulasor

Aihm : Aleviler Haklı

AİHM: Aleviler HaklıAİHM, 'ZORUNLU DİN DERSİ' DAVASINDA KARARA VARDI
ALEVİLER HAKLI
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Alevi babanın, çocuğunun din dersine
girme zorunluluğunun kaldırılmasıyla ilgili başvurusunu sonuçlandırdı.
Mahkemenin babayı haklı bulduğu öğrenildi

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Alevi bir ailenin çocuğunun din
dersine girme zorunluluğunun kaldırılmasıyla ilgili davayı karara
bağladı. AİHM kararında Alevilerin lehine karar çıktığı anlaşıldı.
Önümüzdeki günlerde açıklanacak mahkemenin gerekçeli kararına, Büyük
Daire'nin iki ay önce karara bağladığı Folgero davasının emsal teşkil
ettiği öğrenildi.



Büyük Daire 29 Haziran'da, Hıristiyanlığı temel alan ve Hıristiyan
bakış açısıyla diğer dinlere atıfta bulunulduğu gerekçesiyle açılan bir
davayı karara bağladı. Büyük Daire, Folgero Norveç'e karşı davasında
AİHM'nin dinle devlet işlerine karışmadığını belirterek, "İlgili devlet
(Norveç) eğitimle ilgili sorumluluğu yerine getirirken, ders
programındaki bilgileri objektif, eleştirel ve çoğulcu bir şekilde
verilmesini mi sağlıyor? Yoksa endoktrini yani bir görüşü empoze etme,
dayatma amacını mı güdüyor?" sorusuna yanıt aradı.



Kararda, söz konusu ders programında diğer dinlere atıfta bulunulsa da,
bu dinlerin Hıristiyanlık üzerinden anlatıldığı, Hıristiyan
yetiştirmeye yönelik bilgilerin yer aldığı belirtilerek, "Devletin
bütün dinlere eşit, çoğulcu ve eleştirel yaklaşmadığına" vurgu yapıldı.





Sözleşme ihlal edildi

Büyük Daire, "Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet,
eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine
getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve
felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir"
şeklinde düzenlenen sözleşmenin 2. maddesinin de ihlal edildiğine karar
verdi.



Alevilerin zorunlu din dersi davasıyla büyük benzerlik gösteren Folgero
davasında Daire, Norveç'in Eğitim Kanunu'nda İncil ve Hıristiyanlığın
Protestan inancına uygun olarak verilmesi yönündeki amacını da zaten
açıkça belirttiğini hatırlattı.

Kararda, Norveç'in söz konusu ders programında diğer dinlere çoğulcu ve
eşit bir şekilde yer vermediği, eşit vurgu yapmadığı, Hıristiyanlığı
öne çıkardığı ve ebeveynlere çok ağır şartlar getirdiği için muafiyetin
yeterli olmadığı vurgulandı.





Tek dini öğretemez

Mahkeme; Alevilerin zorunlu din dersi ile ilgili şikâyeti ile ilgili
kabul edilebilirlik gerekçesini yazarken de Sünni İslama dayalı bir
öğretimin dayatıldığını söyleyen davacıların, "Devlet, kamu okullarında
tek bir dini öğretemez, bu devletin tarafsızlığı ilkesine de aykırıdır"
şeklindeki görüşlerine yer vermesi, esasa ilişkin karar konusundaki
tavrının ne olacağının da ipuçlarını vermişti.





Önemli sonuçları olacak

Karar uyarınca, Türkiye'de Anayasa'nın ilgili maddesinin değişmesi (24.
madde), Milli Eğitim Temel Kanunu'nun "Din Kültürü ve Ahlak Eğitimi
İlköğretim okullarında zorunludur" şeklindeki 12. maddesi ve Talim ve
Terbiye Kurulu'nun 19/9/2000 tarih ve 373 sayılı kararıyla kabul edilen
İlköğretim Okulu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretim programının
değişmesi gerekecek.

Davanın seyri


2001'de Hasan Zengin adlı Alevi bir vatandaş, 7. sınıfa giden kızı
E.Z.'nin Alevilikle ilgili bilgilerin yer almadığı din derslerine girme
zorunluluğunun kaldırılması için önce İstanbul Valiliği'ne, ardından
İstanbul İdare Mahkemesi'ne, son olarak da Danıştay'a başvurdu.

Başvurularından olumsuz yanıt alan Zengin, iç hukuk yollarını
tükettikten sonra 2 Ocak 2004'te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne
gitti.

AİHM'ye yapılan başvuruda, devletin Alevi olan bir öğrenciye Sünni
inancının öğretildiği Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini zorunlu
olarak okutmasının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) din ve
vicdan özgürlüğünü düzenleyen 9'uncu maddesinin ihlali olduğu görüşü
belirtildi.

Kasım 2004'te başvuruyu gündemine alan AİHM, 15 Kasım 2004'te Türkiye'ye zorunlu din dersiyle ilgili sorular yöneltti.

Nisan 2005'te Türkiye 20 maddelik savunmasında, davanın reddini istedi
ve "Ders tarafsızdır. Anne babalar, devletin yetkisine karşı çıkamaz"
denildi.

Mahkeme, Türkiye'nin savunmasını değerlendirdikten sonra şikâyet
hakkında kabul edilebilirlik kararı verdi ve dosyayı esastan görüşmek
üzere 3 Ekim tarihine duruşma günü verdi.

Türkiye savunmasında, Aleviler ile Sünniler arasında ayrımcılık
yapılmadığını, derslerin de din dersi değil, din ve ahlak konusunda
genel kültür dersi olduğunu belirtti.

Şafak Türküsü - Ahmet Kaya

ŞAFAK TÜRKÜSÜ

Beni burada arama
Arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne ağlama.

”Kaç zamandır yüzüm tıraşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim kulağım kirişte
Ölümü özledim anne
Yaşamak isterken delice
Ah... verebilseydim keşke
Yüreği avucunda koşan her bir anneye
Tepeden tırnağa oğla
Ve kıza kesmiş bir ülkeye armağan
Düşlerimle sınırsız diretmişliğimle genç
Şaşkınlığımla çocuk devrederken sırdaşıma
Usulca açılıverdi yanağında tomurcuk
Pir Sultan'ı düşün anne,Şeyh Bedrettin'ni,Börklüce'yi
İnsanları düşün anne
Düşün ki yüreğin sallansın
Düşün ki o an güneşli güzel günlere inanan
Mutlu bir Yusufcuk havalansın.”

Beni burada arama
Arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne ağlama.

”Yani benim güzel annem
Ala şafağında ülkemin yıldız uçurmak varken
Oturup yıldızlar içinde kendi buruk kanımı içtim
Ne garip duygu şu ölmek
Öptüğüm kızlar geliyor aklıma
Bir açıklaması vardır elbet...
Geride masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem
Bağışla beni güzel annem
Oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana
Elleri değsin istemedim
Gözleri değsin istemedim
Ağlayıp koklayacaktın
Belki bir ömür taşıyacaktın koynunda
Yaşamak ağrısı asıldı boynuma
Oysa türkü tadında yaşamak isterdim.”

Beni burada arama
Arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne ağlama.

“Kısacası güzel annem
Bir çiçeği düşünürken ürpermek yok
Gülmek umut etmek, özlemek
Ya da mektup beklemek
Gözleri yatırıp ıraklara
Ölmek ne garip şey anne
Baba olamayacağım örneğin
Toprak olmak ne garip şey anne
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne, ağlama
Bekle beni anne
Bir sabah çıkagelirim
Bir sabah anne bir sabah
Acını süpürmek için açtığında kapını...”

Söz: Nevzat Çelik
Müzik: Ahmet Kaya

Erdoğan'ın başı belada


Hayır! Hayır!

Tayyip Erdoğan açısından...

Bir Ahmet Kaya şarkısında işaret edildiği gibi "Adamın biri vurulmuş sokakta / Cebinde adresim bulunmuş / Başım belada / Tabancamı unuttum helada" durumu söz konusu değil...

Tayyip Erdoğan'ın başı, "parti içindeki bazı şişkin egolar" yüzünden belada olacaktır.

Bu "bela" türü ise...

En az şarkıda geçen bela kadar korkunçtur...

Ve yabana atılamaz.

Mesela alalım Bülent Arınç'ı...

Öyle anlaşılıyor ki...

Bülent Arınç yeni dönemde...

Meclis Başkanı olamayacak.

Hükümetin iki numaralı koltuğuna oturtulmayacak.

Parti içinde üst düzey bir görev alamayacak...

Bu durumda Bülent Arınç'ın ruh hali nice olur dersiniz?

Düşünün:

Makamı ve mevkisi yerinde bir Bülent Arınç onca arızaya yol açtı...

İşlevsiz kalmış bir Bülent Arınç neler yapmaz?

Yani demem o ki, Tayyip Erdoğan'ın bir "Bülent Arınç muhalefeti"ne şimdiden hazırlıklı olması gerekir.

Olay Bülent Arınç ile sınırlı kalsa iyi...

Cumhurbaşkanı olamamış bir Abdullah Gül de arıza çıkarır, hükümetin iki numaralı koltuğuna oturmamış bir Ertuğrul Günay da...

Çankaya'ya çıkamamış bir Abdullah Gül'ü yeniden Dışişleri Bakanlığı koltuğu keser mi?

Hükümetin iki numarasına gelememiş bir Ertuğrul Günay, sosyal demokrat geçmişini gerekçe göstererek ayrı baş çekmez mi?

Zafer Üskül Hoca, daha şimdiden bir Ertuğrul Yalçınbayır edası göstermeye başlamadı mı?

Bence Tayyip Erdoğan...

Ya Ahmet Kaya'nın "Başım Belada" şarkısını dinleyerek hislenmeli...

Ya da ego yönetimi işine ağırlık vermeli...

Ahmet Hakan

Türküleri İncitmeyeceğiz


Bir katliamın, bir kentin adıyla anılması ne garip!
O kent ki, bağrındaki Banaz Yaylası’nda Pir Sultan’ı ağırlamıştı...

Bize göre Sivas Katliamı bir ‘Çağ Yangını’ydı ve orda tutuşturulmaya çalışılan bedenler değil, türkülerdi aslında... Çünkü ‘tehlikeli’(!) olan buydu… Çünkü türkülerin nehir gibi, hiç kurumadan, bir çağdan ötekine akıp duracağını biliyordu bu kapkara yüzler!

Ahmet Abi, Türkü Katliamını içeren bir Yusuf Hayaloğlu şiirinde;
..Bizim türkülerimizi rüzgar söyler her gece
Ay vurdukça parıldar
Gün vurdukça ışıldar
Türküler Gökyüzüdür…
” demişti.

Bir başka deyimle;
"Banaz Yaylası" değil artık orası, ‘Bağnaz Yaylası’!

Biz, bu adı red’den, adalet duygusunu yitiren bir sistemi elbette değiştirmekten yanayız. İşimiz zor olsa da biz, Banaz Yaylası’nı Bağnazlara teslim etmemekten yanayız… Bazı dönemler bilincimizde volkanları söndürmek zorunda kalsak da, tarih ‘bize rağmen’ doğru yazılacaktır.

Bağnazlara son söz;
İnanıyoruz ki zor olan, bu dünyada mahşerle yüzleşmektir!
Ve biz sizi kendi mahşerinizin irkiltici günahıyla baş başa bırakmak zorundayız!

Onur adına muhalefet edenler vardı bu yangında! Ve türkülere sığınanlar… Onların yürek yaralarını sağaltacak olan tek deva bizlerin elinde…

İnsaf ve imanla bağdaşmayan tüm fetvalara karşı çıkmak insan olarak boynumuzun borcudur!

Can’lar insanlığın kanlı tarihine yazıldılar ama, ‘Hızır Paşa’nın zulmüne karşılık bizim de bir ‘AH’ımız olacak!

TÜRKÜLERİ İNCİTMEYECEĞİZ!
GAM MÜZİK

Yer Çekimi Olmayan Karanfile- (Baba Erdoğan )

Ben Baba Erdoğan'ı Bayrampaşa Cezaevinde tutsaklık koşullarında tanıdım…
Yeterli mi değil mi, bu görecelidir…


Dersim'in dağlarından, derin uçurumları olan vadilerinden kopup, İzmit'in Kandıra ilçesinde askeri kışlanın basılıp silahların kamulaştırılması eylemiyle tanıdım!

12 Eylül faşist cuntasının rehavet içinde uyuduğu ve devrimci muhalefeti bitirdik, yok ettik teranelerini hergün ayyuka çıkacak tarzda medya ve basına deklare edilirken, bu eylem onları şoke etti!

Büyük cesaret ve cüret isteyen bir eylem…
Nedenleri, niçinleri ve sonuçlarının aritmetik toplamı zaman aşımına uğradığı için, bunun açıklamasını geçiyorum…

O dağlarının, nehirlerinin, derin uçurumlarının ve yoksul halkının direnen, mücadele eden ruh halini kendinde taşıyordu… Tipik bir Dersim'liydi; baş eymez ve soylu güzelliklerle kuşanmıştı.
Pırıl pırıl bir yüz ifadesi, kendinden emin ve ne yapacağını tereddütsüz anlatabilen, sade, açık bir insandı…

Atilla İLHAN'ın "Kürtler" isimli şiiri vardır bilir misiniz? O şiir Dersim'i anlatıyor…
O şiirdeki erkek betimlemesi tıpkı Baba Erdoğan'ın temize çekilmiş hali!

Baba'da "o fena halde bıyık ve burun, divit kalem tertibi ince" bir güzellige sahipti.

Tepeden tırnağa enerjik, devrim mücadelesini yaşamıyla içselleştirmiş, kendisini inandığı partisi ve mücadelesine adamış bir yapıya sahipti.

Mücadelenin hem Türkiye genelinde yükselmesi devrimci parti ve örgütlerin yenilgiyi atlatıp, atılıma yönelmeleriyle birlikte, tutsaklık koşullarında da peş peşe özgürlük (Firar) eylemleri durup dinlenmeden sabırla, inatla hayata geçiriliyordu…

Bu eylemlerin birinde kendini Bayrampaşada (eylem aynı zamanda devrimcilerin kendi aralarındaki dayanışmaya çok güzel bir motivasyon ve renk kazandıran karekterle boy attı) baş gösterdi.

Burjuvazi devrimci önder ve kadroların cezaevinden firar etmesiyle de ağır bir iradi yenilgi yaşadı.

Binlerce güvenlik önlemine rağmen eylemin gercekleşmesi karşısında onların payına panik ve korku düşerken, biz tutsaklar ise sevince boğulmuş, devrimin firar eylemini kutluyorduk!

Baba Erdoğan artık düşleri kadar özgürdü!…

Partisine, yoldaşlarına, Dersim'e, Munzura ve dağlara kavuşmuştu...
Üzülerek belirtiyorum ki, çok kısa bir süre sonra yeni bir şiarla atılım için Karadeniz'de başlatılan gerilla mücadelesinin eylemlilikleri için de Tokat'ta yapılan bir eylem sonucu Baba'nın şehit olduğu haberi verildi…

Bu kez de onunla paylaştığımız bu mekanda onun ölümü ile ilgili anma yaptık…
Sloganlari atıp, saygı duruşunda bulunurken tepeden tırnağa hüzüne batmıştım…
Öteden beri her erken gelen ölüm haberine bir türlü inanamiyorum ve içime sindiremiyordum...

Yillarca dağlarda mücadele etmiş ve tecrübe birikimi olan bir önder kadronun ölümüne inanamıyorum. Ve kafamda soru işaretleri var…

Örnegin Baba Erdoğan'ın otopsi raporları var mı, varsa kamuoyuna açıklandı mı?
Yoksa yargısız bir infaz sonucu mu öldürüldü bilemiyorum…
Bunun cevabını verecek olan kendi örgütü ve yoldaşlarıdır…

Che'nin dediği gibi "herkes düşlerinin büyüklüğü kadar özgürdür".

Baba Erdoğan'da kendi düşleri için ölümü kucaklayacak kadar büyük ve özgürdü!

Şimdi yer çekimi olmayan bir karanfil Dersim'in dağlarında, halkının arasında, mücadelede, türkülerimizde de yaşıyor…


Onun onurlu mücadelesi ve anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Cezaevi Arkadaşı
Ahmet Saydan

Baba Erdoğan - Tutsak Partizan

Baba Erdoğan, Tunceli'nin Hozat ilçesine bağlı Sırtıkan Köyü'nde yoksul Kürt bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Profosyonel devrimci yaşama katıldığı güne kadar yaşamı yokluk-yoksulluk içinde geçti. Yoksul yaşamı, devletin her türlü baskı ve sömürüsüne tanık olması onu küçük yaşlarda devrimcileştirdi. O tüm kişisel çıkar ve kaygılarını bir kenara bırakmış ve yaşamını devrime adamakta tereddüt etmemiştir.

80 Cuntası döneminde kavganın en kızgın yerinde olması için gerillaya katıldı. Devrime ve halka bağlılığı gereği kendini kısa zamanda geliştirerek komutanlık ve partili düzeye ulaştı. Hozat Cezaevi baskını, Çemişgezek Askerlik Şubesi baskını, seçim sandıklarının kaçırılıp yakılması bazı eylemleriydi. Manuel Demir`e yardımcı olmak üzere Aralık 1987'de İstanbul'a geldi. 1988`de TİKKO`nun komutanlık vasıflarına uygun olarak İzmit`te Kandıra Alayı`nı basarak TİKKO savaşçıları ile birlikte düşmanı en güçlü olduğunu sandığı yerde ne denli kof olduğunu gözler önüne sedi.


Bir yoldaşı anlatıyor:
"Onunla tanışmamız 81`de Ovacık `ın bir köyünde olmuştu.Bir gerilla
birliğiyle birlikte uzun bir kış yolculuğu yapmıştık. Yolculuğumuzun
sebebi "Deli Heydo'nun randevusuna gitmekti". Baba Yoldaş'ın kod adı Haydar "Heydo" olmasına rağmen, yöre halkıda dahil olmak üzere herkes onu Deli Heydo olarak biliyordu. Böyle demelerinin sebebi atılgan, korkusuz, sürekli saldırı peşinde koşan ve bunuda bir çok kez yapan, hatalara karşı acımasızlığı, gerektiğinde çok sert bir komutan olmasıydı. Tanışmayı sabırsızlıkla bekliyordum. Nöbetçi yoldaş randevuya gelmesi gereken birliğin geldiğini haber vermişti. Az sonra konakladığımız evin kapısından 1,75 -1,80 boylarında güler yüzlğ, geniş omuzlarıyla, atletik yapıya sahip, elinde sıkıca kavradığı silahıyla içeri girdi. Ne kadar şakacı biri olduğu verdiği ilk selamla belli olmuştu."

1988 yılında yakalanan Baba Erdoğan işkencecileri ininde afallatmıştı. Cezaevi sürecinde de bu tavrını sürdürdü. Birlik öncesi TKP(ML)-DABK`ın fahri MK Üyeliğine seçildi. Haziran 90'daki firarından sonra MK-SB üyeliğine ve Genel Sekreter Yardımcılığına getirildi.

"Burjuva basını Baba Erdoğan`ın dört Devrimci ile birlikte firar ettiğini yayınladığında, gerilla birliğindeki tüm yoldaşlar sevinç çığlıkları atıyorduk. Sabırsızlıkla gelmesini bekliyorduk, çünku o iyi bir önder ve iyi bir komutandı. Haberden sonraki gün komutan yoldaş durmadan bize mandal çekiyordu. Şahin Yoldaş (İsmail BULUT) Siyasi Komiserimizdi. Hemen komutan yoldaşa yanıt verdi. Komutan yoldaşın sevinçten sesi titriyordu. "Haydar`ı aldık yanınıza geliyoruz" derken, hemen ayrıldığımız yerden fırlayarak sabırsızlıkla gelmesini bekledik. Bir saat sonra çıka geldiler. Baba Yoldaş değişmemişti, yapısı ile, şakaları ile aynıydı. Sadece Munzuıır ayazından yüzünün derileri kalkmıştı biraz...."


Karadenize gerilla birliği çıkarılmasında etkin rol oynadı ve komutanlığını üstlendi. Cezaevindeyken bölgeyle ilgili araştırmalar yapmış milis hazırlamıştı. Gittiği ilk dönemlerde şantiyeler basıp patlayıcı elde etmiş, kitle ilişkileri sağlamıştı.

Ve 1990`nın 16 Eylül gecesi Tokat`ın Almus ilçesine bağlı Gümelönü köyünün Karakoluna bir karabasan gibi çöktü. Bu baskında Baba Yoldaş yaralandi. Buna rağmen gerilla birliği sağlıklı bir şekilde geri çekildi. Düşmandan bir subay, üç asker saf dışı bırakılmıştı. Kızıl komutan yaralı haliyle savaşçılarına "beni bırakın, eylemi sonuçlandırın" diyordu. Baba Erdoğan ölümcül yaralarına aldırmadan yoldaşlarına moral vererek, gülümseyen bir bakışla toprağa düştü.

Baba Erdoğan`ın Karadeniz`de ektiği mücadele tohumları bugün boy vermekte.

...TKP(ML) Olağanüstü Konferansın da alınan kararla, MK Onur Üyesi
olarak yaşayacak, savaşacak.....

"BİR DERSİM YETMEZ, HEDEF BİN DERSİM" şiarını yükselteceğiz.

Dersim Şehitlerinin Ardından - M.CAN YÜCE

Devrim sehitlerinin ardindan yazi yazmak gerçekten zordur. Yazinin basindan sonuna kadar birlikte yasanilan anilar bir film seridi gibi belekte canlanir, geçmisin derinliklerinde kalmis anilar yeniden yasanir, büyük bir aciyla, yürek sizisiyla…
ImageTürk devletinin Dersim’de gerçeklestirdigi kanli operasyonu, TV ekranlarinda siradan bir haber verilir gibi sunulurken duyduk. Basta sehit düsenlerin adlari verilmedi. Sadece öldürülenlerin içinde “üst düzey yöneticilerin” de oldugu belirtildi. Genelde kaniksanan bu tür haberlerin etkisi sinirli ve genel ölçüler düzeyinde kaldi. Ancak operasyonun ayrintilari açiga çikinca yürek acimiz büyüdü, derinlesti… Içlerinde yakindan tanidigimiz, ortak eylemlerde bulundugumuz, birlikte zindanin karanliklarinda güzel anilar yasadigimiz arkadaslar vardi. Cafer CANGÖZ ve Aydin HANBAYAT arkadaslari Diyarbakir zindaninda taniyorum. Cafer ile daha yakindan bir iliskimiz oldu, ancak Aydin arkadas daha sonra geldigi için iliskimiz çok sinirli kaldi.

1984 Ocak Direnisinde Cafer de ölüm orucundaydi. Sonra 35. Kogusta ortak bir komündeydik, ortak bir tünel çalismamiz vardi. Birlikte tünelin içinde “çikis vaziyetine” yattik. Tünelin agzi nöbetçi kulesinin önünde çikinca büyük bir öfkeyle kogusa döndük. Bir sonraki hafta yeniden çikisi denedik, bu kez Caferlerin olanaklarini kullanacaktik. Ancak bir kez daha sansimiz yaver gitmedi. Yagan yagmurlardan dolayi tünelin agzi çöktü. Bu haberi Mustafa GEZGÖR arkadasimiz getirdiginde birlikte üzüldük, sansizligimiza lanetler okuduk! Ama yilmadik, tünel çalismasini sürdürdük.Bu tünel bir yil sonra açiga çikabildi. Cafer polisteki direnisiyle taninmisti, ama O, sadece polisteki boyun egmez tavriyla degil, bütün yasamiyla, yasaminin her asamasinda direnisçiydi, devrimci direnisi kendisi için bir yasam biçimine dönüstürmüstü.

Diyarbakir zindaninda, 35. Kogusta Cafer ile sayisiz politik görüsmemiz, dostça paylasimimiz, ortak karar zeminlerinde görüs birligimiz olduk. 35. Kogusta PKK ve TKP-ML TIKKO tutsaklari uzun süre ayni komünü paylastilar, devrimci dayanisma ve ortak yasamin en güzel örneklerini sergilediler… Aslinda devrimciligin en güzel yasam ve kültürel degerleri o zor zeminlerde yaratildi. Bunda Cafer gibi devrimcilerin hatiri sayilir bir payi vardir. Kimi zaman bizim ile TKP-ML’li arkadaslar arasinda kimi sorunlar da çikiyordu, ama Cafer bunlarin çözümünde hep önemli bir rol oynardi. Son derece sevecen bir üslubu, alçakgönüllü, cana yakin ve dostça yaklasimlari, her zaman sorumlu bir durusu, saygin bir kisiligi vardi. O zamanlar hepimiz, devrimci romantizmin en güzel örneklerini yasiyorduk, “politikada amatör”dük, bu anlamda da devrimci olmak, direnisçi olmak, “ortak yasami” sürdürmede en temel ölçüydü. Bu anlamda çogu kez “farkli gruplarda” oldugumuz bile aklimiza gelmezdi. Farkli örgüt zeminleri, farkli ideolojik çizgiler birer gerçekti ve ortak ideallere yürümede birer formdu, zorunluluklardi. Ama bunlar dostluklar, güzel yoldasliklar ve arkadasliklar önünde engel degildi. Zindanin dar ve bogucu gerçekligi bunda belki etkileyici bir olguydu, ama kesinlikle belirleyici degildi. Ayni zindanda baska gruplardan arkadaslarla Caferler ile yakaladigimiz ve yasadigimiz sicak dostlugu yasamadik. Öncelikle bunda direnis karsisindaki duruslarin farkliligi belirleyici bir etkendi, somut kisilik farkliliklari da bunun temel nedeni oluyordu. Ama Caferler ile direnisler karsisindaki durusumuzun hemen hemen ayni olusu, direnis süreçlerinde yasanan sicak ve samimi yaklasimlar unutulmaz dostluklarin gerçeklesmesine yol açti. Bu zor günler ve zeminler, ayni zamanda hepimizin belleklerinde ve ruhlarinda güzel ve kalici dostluklarin, degerlerin, ortak anilarin olustugu günler ve zeminler olmustur. Bundan dolayidir ki, Caferlerin sehit düsüsü en yakin arkadasimin, en yakin sevdiklerimin yitirilisi kadar büyük aci vermistir, vermeye devam ediyor…

Caferler, samimi ve tutarli devrimcilerdi. Onlar, amaçlarina, ideallerine, yani devrim ve sosyalizm davasina her zeminde ve her zaman yürekten bagliydilar; yasamlari, yasamlarinin her ayrintisi bunun somut ve tartismasiz kanitidir! Ideolojik çizgileri, izledikleri yöntem ve araçlar hakkinda söyleyebileceklerimiz ne olursa olsun, hiçbir sey bu gerçekligi degistirmez. Özellikle ‘90’lardan bu yana devrim ve sosyalizm davasindan kaçisin moda haline geldigi, neo-liberalizmin, reformizmin “yükselen deger” haline geldigi bu zamanlarda, samimi ve tutarli devrimci olmak, devrim ve sosyalizm çizgisinde israr etmek; devrimci kimligin, devrimci kalmanin ve devrimci olarak yasamanin en temel ölçütüdür!

Iste Caferler, bu ölçünün canli ve yasayan örnekleridir! Diger degerlerin ve anilarin disinda bize, biz devrimcilere biraktiklari en büyük miras, en büyük deger budur!

Okan ve Berna ÜNSAL arkadaslari Çanakkale zindaninda tanidim. Ortak birçok animiz, güzel ve acili günlerimiz oldu. Devrimci etkinliklerin disinda futbol turnuvalarimiz, ideolojik-teorik ve politik tartismalarimiz, paylasimlarimiz oldu. Okan’in ortak türkü söylemelerimize saziyla eslik etmesi ayri bir güzellikti. Hele “Kozanoglu” türküsünde yasadigimiz ortak heyecan hala belleklerimizde capcanlidir!

Bizi bir araya getiren, unutulmaz dostluklarin yasanmasina neden olan neydi? Kuskusuz samimi ve tutarli devrimcilerdik, bizi bir araya getiren temel neden buydu; parti veya grup farki bunun önünde engel degildi… Zindanlarda devrimcilerin yan yana durmalari, ilkesel oldugu kadar yakici zorunluluklardan da kaynaklaniyordu. Bu zorunluluklar tetikleyicidir, dürtücüdür, ama devrimci direnisçilik, samimi ve tutarli devrimcilik bunun belirleyici zeminidir! Öyle olmasaydi herkesle benzer dostluklar yasanabilirdi, ama gerçeklikte yasanmadigini herkes bilmektedir.

Okanlar, Imrali ihanetine tavir almamizi net bir biçimde desteklemis, bunu kendi basinlarinda yazilarimiza yer vererek açikça göstermislerdir. Burada önemli olan sembolik bir tutum degil, ilkeli, tutarli ve samimi durustur! Okanlar bunu gösterdiler…

Sonra 2000 yilinin ölüm oruçlari oldu… Caferleri, Okanlari, Bernalari, Cemal Keserleri bu eylemlerde görüyoruz… Tahliyeler, onlari rehavete degil, yeni zeminlerde mücadele bayragini daha da yükseltmeye götürdü… Elbette mücadele biçimleri, yöntemleri, bunun taktikleri hakkinda çok söz söylenebilir. Yeri ve zamani geldiginde biz de kendi cephemizde bunlari söyleriz, bunu, bu samimi, tutarli ve direnisçi devrimci arkadaslarimizin anisina bagliligin bir geregi sayariz. Ancak bugün alti çizilmesi gereken nokta, davaya baglilik, devrimci ve sosyalist kimlikte gösterilen israr, bunun da samimi ve tutarli bir çizgi olarak bu arkadaslar tarafindan sürdürülmüs olmasidir! Bunun ölümüne kanitlanmasidir, hem de bütün yasamlari boyunca…

Kuskusuz, “ömrünü devrimci mücadeleye adamis, birçok sinavda alinlarinin akiyla çikmis, polis sorgularinda ve zindan direnislerinde direnmis, sayisiz kez ölümün sinirindan dönmüs ve her defasinda inandiklari çizgi dogrultusunda yeniden mücadele bayragini yükseltmis, önemli bir birikim ve deneyime sahip devrimcilerin katledilmis olmasi, Türkiye ve Kürdistan devrimci mücadeleleri açisindan çok büyük bir kayiptir!” (SOSYALIST-SORESGER Bildirisinden)
Acimiz gerçekten çok büyük, yüregimiz aciyor… Bu, daha fazla mücadele, daha dogru ve sonuç alici yöntemlerle devrimci mücadeleye yüklenmek anlamina geliyor, onu tetikleyen bir etken oluyor…
Caferler, Aydinlar, Okanlar, Bernalar ve diger devrim sehitleri, diger sehitlerimiz gibi yolumuzu aydinlatan birer mesaledirler… Samimi, tutarli ve ilkeli devrimcilikleri her zaman mücadele ve yasam bayragimiz olacaktir!
Güzel dostlarim, devrimci yoldaslarim siz rahat uyuyun!
Topraklarimiz her zaman büyük devrimciler dogurmaya gebedir!
Onurla tasidiginiz bayraklariniz ve silahlariniz “elden ele” tasinacaktir, devrim ve sosyalizmin zaferine kadar!

Yalvarıyorum | Yılmaz Erdoğan

BU bir mektup.Kuş, güvercin kanadına yazıldı.Kimin vicdanına konarsa o okusun diye.Ölüm üzerine...

Mayın üzerine...

Kürt meselesi... Türk meselesi üzerine.

Güzel kelimeler... Ve çirkin kelimeler üzerine.

Ölüme doğru yapılan bu korkusuz koşudan korkuyorum. Mayınlarla parçalanan kardeş cesetleri odamda, yanıbaşımda duruyorlar.

Yazdığım her kelimeye daha bir dikkatle bakıyorlar.

Onlar dün parçalandılar./_newsimages/1904868.jpg

Yazıklar olsun diye başlıyor aklıma gelen her cümle şimdi.

Yazıklar oluyor zira, insanın biriktirdiği en güzel şeylere.

Yazıklar oluyor, bir çocuğun Kürtçe, Türkçe veya her ne hal ve her ne dilde ise gülümsemesine...

HER SİLAH ÖLDÜRÜR AMA MAYINDAN KAHPESİ YOKTUR

Sevgiliye hediye almaya, pazar alışverişine çıkmaya, bir bebek sahibi olmaya, sigarayı bırakmaya, piknik yapmaya, bir insanı her şeyden çok sevmeye.... Yazıklar oluyor...

Yazıklar oluyor hayatın bizzat kendisine.

Yapmayın!

Mayınlar döşemeyin geleceğinizin güzergáhına.

Bu kalleşin ne zaman patlayacağı belli olmaz.

Bazen yıllar sonra, bir küçük kız çocuğu çiçek toplarken denk gelir, bazen yirmi yaşındayken ve daha önce hiç görmediğin bir yerde, daha önce hiç tanımadığın insanların arasında hem anayasal hem siyasal hem mukaddes bir yolculuk sırasında....

İnsanoğlu her melaneti icat etti; ama mayından kahpesi yoktur.

Her silah öldürebilir, her zaman öldürme potansiyeli taşır; ama mayın MUTLAKA ÖLDÜRÜR.

Mayın ıskalamaz! O birini mutlaka öldürür!

Uğursuz bir pusuya yatar ve patlayana kadar, bir can üstüne basana kadar bekler.

İnsanın icat ettiği EN ÇİRKİN şey silahtır.

Ve silahların EN ÇİRKİNİ MAYINDIR!

Sebebini unuttum kavganın ve umurumda da değil siyasi tartışmalar. Bir tek şey için dua ediyorum her gece, her gündüz: Kimse genç ölmesin dağlarımızda.

EN GÜZEL KELİME ’BARIŞ’ ARTIK SOYTARI KELİME

Silahlar susmadan sebebi konuşmaya imkán da yok lüzum da.

Aklın sesi, akılsızlık susmadıkça duyulmuyor.

Ve o zaman akla sadece DURUN demek geliyor.

Hemen şimdi DURUN!

Hiçbir haber geçmiyor ajanslar artık, ölümsüz.

İçinde acı olmayan gecemiz yok..

Ne oldu diyorum yine, kim hangi korkunun, hangi uğursuz hesabın peşinde diye...

Barış artık soytarı bir kelime...

Her ağızda var; ama hiçbir yerde yok.

Nerede bu barış?

O, insanın icat ettiği EN GÜZEL kelime.

Ama kelimelerle ne isterseniz onu yaparsınız.

Barış dersiniz; ama savaş manasınadır. Hatta bütün savaşlar barış için yapılır. Ve herkes adil bir barış için savaşır. Ve akıl der ki, aslında savaşmıyorsanız barışmaya başlamışsınız demektir.

Bir barış için yapılması gereken ilk ve belki de tek şey savaşmamaktır.

Silahlar patlamaya başlamışsa orada insanın bulduğu güzel kelimeler orayı terk eder.

SEVDADAN GAYRISINA AĞIDIMIZ OLMASIN

Kelimeler de ölür bazen... Ve kelime cesetleriyle yaşanmaya başlar hayat.

O kelimelerin, o cesetlerin... Nece olduğu, yani bu ölülerin ölürken son nefeslerinde hangi dilde konuştukları artık akılsızlığın gölgesinde soğuyan HAYATIN, YAŞAMANIN ta kendisidir.

Ölen yirmisindedir.

Artık, ardından söylenen ağıtlar kalır.

Ve Anadolu’da ağıt sıkıntısı yoktur.

Kürtçe’de de, Türkçe’de de binlerce ağıt vardır.

Hatta aynı ağıtın hem Kürtçe’si hem Türkçe’si vardır.

Yürek yakmak iyi bir işse, ikisi de eşit derecede yürek yakmaktadır.

Ama yüreğimizde artık dağlanacak yer kalmamıştır.

Sevdadan gayrısına ağıdımız olmasın artık.

Şimdi hepinizin huzurunda yalvarmak istiyorum.

Gördüm anladım, yapacak hiçbir şey kalmadıysa yalvarıyorum işte.

Kendimi küçük düşürmek istiyorum.

Taviz vermek istiyorum.

Kimin elinde bu kanı durduracak bir güç varsa, ister şeytana tapsın ister puta, ister bir tek Allah’a...

DİZLERİMİN ÜSTÜNE ÇÖKTÜM YALVARIYORUM

Kimin dudaklarının ucundaysa bunca gencecik hayat, ben ona yalvarmak istiyorum.

Ne olur? Bu işi durdur.

Ben siyaset miyasetten bahsetmiyorum. Dizlerimin üstüne çöktüm, "Bu genç ölümleri durdur" diyorum.

Kimse ateş etmesin kimseye.

Hiçbir gerekçeyle.

Hatta kendini savunmak için bile...

Çünkü savunmaya başlayana kadar masumsun ve masum güzel bir kelime, masum kal...

Kim hangi mayının yerini biliyorsa yalvarırım söylesin.

Bir káğıda yazsın, bir şişeye koysun, suya salsın söylesin.

Kim hangi mayının yerini biliyorsa, kimin gücü yetiyorsa olası ölümlere engel olmaya, ona yalvarıyorum işte.

İster şeytana tapsın ister puta, ister oralı olsun ister bizim buralı. Gücü yetiyorsa eğer durdursun bu işi.

Ben, bir yurttaş, bir insan olarak kendimi küçük düşürüyorum.

İşte açık açık yalvarıyorum, durdursun durdurmaya gücü yeten.

Süresiz ve sonsuza kadar.

Yalvarıyorum.

Dizlerimin üstüne de çöktüm ve ağlıyorum işte.

YAZGI BİRİNİ KIŞLAYA BİRİNİ DAĞLARA GÖTÜRMÜŞ

Sonra sabahlara kadar tartışalım.

Ama şimdi durdur. Yalvarırım.

Gençler, çocuklar ölüyor, hepsi kardeş, hepsinde aynı muska, aynı yazgı, aynı televizyon, aynı futbol, aynı hayat...

Hepsinin gerisinde dualara bürünmüş paramparça bir sevdalı.

Hepsi genç, hepsi güzel... Hepsi Türk, Hepsi Kürt... Gençler... Yazgının biri kışlaya, diğeri dağlara götürmüş...

Kürtçe’de "cehel" derler.

Kulağa cahil gibi gelir; ama "henüz bilmez" manasındadır, henüz yolun başında manasında...

Yalvarırım ne olacak...

Benden ne eksiltecekse bu yakarış eksiltsin, maksat hayat çoğalsın bu dünya cennetinde.

Bir yangında hep güzel kelimeler yanarken, çirkinleri hayatta kalır...

Kınamak, sövmek, hangi haklı gerekçeyle olursa olsun yangına körükle gitmek.

Ben kimseyi kınamıyorum, ben kimseye sövmüyorum, ben bu işin tamamını SEVMİYORUM.

Kurtulalım istiyorum bu vebadan.

Kimseyi haklı bulmuyorum, kimseyi haksız bulmuyorum.

Küstüm.

’MIRIN’ DENİR KÜRTÇE’DE ’ÖLÜM’DÜR TÜRKÇE’DE

Konuşmuyorum bu konuyu...

Silahlar susana kadar "SİLAHLAR SUSSUN"dan başka konu konuşmak istemiyorum... İstemiyoruz.

Ölmenin, öldürmenin hiçbir türünü, çeşidini sevmiyorum.

Ben genç bir hayat kurtulsun istiyorum her tür kavgadan.

Hatta kavgayı öven şiirlerden bile uzak dursun istiyorum.

Her çocuk çirkin kelimelerden uzakta yaşasın istiyorum.

Eğer o kelime çirkinse, çirkinin hizmetindeyse, Kürtçe söylemişin, Türkçe söylemişin çıfayda...

Hiçbir dil çirkin bir kelimeyi güzelleştiremez.

Ölüm her dilde çirkin bir kelimedir.

"Mırın" denir Kürtçe’de.

Anadolu’da konuşulan bütün dillerde karşılığı vardır.

Bunların içinde resmi olan "ölüm"dür. Türkçe’dir.

Ve ölüm kelimesi, resmi ya da gayri resmi her dilde eşit derecede çirkindir.

"Yaşam"a gelince....

Kelimelerin en şahanelerinden.

İçi açık açık ve kelimenin her manasıyla "hayat" doludur...

Ve hayat, varlığından emin olduğumuz tek şeydir...

DİL, BİR OLUŞLAR ZİNCİRİNİN SONUCUDUR

Kürtçe’de "jiyan" denir.

Yaşam, her dildeki en güzel kelimedir.

Belki bir tek rakibi vardır, o da "aşk"tır elbette.

Aşk...

Kürtçe’de "evin" denir.

Bu kelimelerin içinde resmi olan "aşk"tır; ama aşk kelimesi her dilde eşit derecede güzeldir.

Anadolu’da en az iki kişinin birbiriyle konuşup anlaştığı bir dil varsa ben onu bile öğrenmek istiyorum.

Sadece iki kişi bir dil icat etsin, ben çok merak ederim onu.

Çünkü bu iş öyle kolay değildir.

Dil yani lenguiç, çok geniş ve karmaşık bir sesler organizasyonudur.

Ve bir dilin oluşması, hiç kimsenin tasarlamasına imkán bulunmayan ve yüzyıllar boyu süren bir olaylar, oluşlar zincirinin sonucudur.

Bazı insanlar başka seslerle, bazıları başka seslerle anlaşırlar...

O sesler onların bünyelerinden, yani hayatlarının, kuşaklar boyu yaşamışlıklarının içinden süzülerek akar.

Sonuç her zaman mükemmeldir.

Çünkü bir dilin yapımında milyon, milyar insanın katkısı vardır ve bu katkı o insanlar yaşadıkça devam eder.

’ACI’NIN YANINA ’ŞİFA’ ’İNTİKAM’A ’BAĞIŞLAMA’

İşte bu yüzden bütün diller, insanoğlunun en büyük, en mucizevi eserleridirler.

Ve dil akışkan bir şey, düpedüz bir nehirdir.

Bünyesine uyan her su içine akar.

Her dilde başka dilden göçmen kelimeler vardır.

Onlar o dilin yurttaşı olurlar sonra.

Buna bazısı yozlaşma der; ama "yozlaşma" zaten çirkin bir kelimedir.

Güzel dil ya da çirkin dil diye bir şey yoktur.

Hepsi şaşılası bir kolektif çabanın ürünü, birer insan harikasıdır.

Güzel kelimeler vardır, çirkin kelimeler vardır.

Ve bunlar bütün dillere eşit sayıda yayılmıştır.

Her çirkin kelimenin yanına bir tane iyisini eş edeceğiz.

"Acı"nın yanına "şifa", "zor"un yanına "çaba", "intikam"ın yanına "bağışlama"....

"Ölüm"ün yanına "hayat"!

Sivil olan, sivil hakların geliştirilmesini isteyen bir yurttaş, silaha hiçbir zaman elini sürmemelidir.

Haklılığını sivilliğinden alan kişi sivillikten vazgeçerse haklı olmaktan da vazgeçer...

RESMİ OLANI TÜRKÇE’DİR AMA HEPSİ ÖZGÜRDÜR

Artık sivil de değildir haklı da.

Bir dilde manası çirkin olan, yani çirkin bir şeye isim veya duruma sıfat olan kelime sayısı artmışsa işte o zaman o dil, evet "yozlaşıyor" demektir.

Dil yani lenguiç, iyi kullanılmazsa tehlikeli olur.

Çünkü dil, her türlü kullanıma müsait mükemmel bir ses organizasyonudur.

İnsanları başkalaştırır.

Ama "başka"dan korkmaya gerek yoktur.

"Başka" güzel bir kelimedir.

Çünkü aslında aynı dili konuşan, konuşmayan herkes "BAŞKA"dır.

Ve başka, başkalık güzeldir.

Başkasının başkalığıyla birleşiriz ve bu birleşme bazen AŞK diye patlar.

Ve aşk nerede olursa olsun kendisi dışındaki her şeyi önemsizleştirir.

Biz kendi bahçemizdeki dillerin hepsini bilek, öğrenek, bir de üstüne İngilizce, Fransızca filan çakıp dünyanın karşısına çıkak.

Diyek ki bizim bahçede insanoğlunun şu kadar senede imal ve muhafaza ettiği diller, hazineler var!

Süryanice var, Keldanice var, daha araştırsak bulacaklarımız var...

Bunların içinde resmi olanı Türkçe’dir.

Ama hepsi Türkçe kadar özgürdür diyelim.

KÜRTÇE’Yİ CENDEREDEN TÜRKÇE KURTARACAKTIR

(Hem belki diğer dişlerini de yaptırmasına yardım edebiliriz şu tek dişli, tek taşlı medeniyetin.... "BİZ"i düzeltirsek herkesi düzeltiriz.)

Hepimizin eşit derecede duyacağı bir gururla dünyaya diyelim ki:

Bizzat Türkçe’nin kendisi diğer dillerimizin güvencesidir.

Çünkü onları özgürleştiren şeyler Türkçe yazılacaktır.

Türkçe bizim ortak dilimizdir ve ortak kimliğimizi oluşturur.

Ve Türkçe, güzel kelimeleriyle her şeyi iyileştirebilir.

Kürtçe’yi bu cendereden çıkarabilir.

Alır bu Mezopotamyalı kardeşini, önce yaralarını iyileştirir.

Onu özgürleştirir...

Kürtçe’yi, korku salan, öfke çağrıştıran bir meselenin parçası olmaktan, bu hiç hak etmediği yankısından Türkçe kurtaracaktır.

Çünkü DİL güncel bir mesele değildir.

Güncel bir kavganın konusu olması, hiç hak etmediğimiz bir trajedidir.

Ve kavga da (ki Kürtçe şer denir), trajedi de (ki ona Kürtçe’de de trajedi denir) çirkin kelimelerdir.

Elbette bütün kelimelerle ilgili kullandığım "güzel" ve "çirkin" kelimeleri tırnak içindedir.

Bazı tırnak kalın, bazısı incedir; ama hepsi tırnak içindedir.

Çünkü asıl güzel olması gereken, kelimelere yön veren mekanizmadır ve bildiğim kadarıyla ona da akıl denir.

TAKATİMİN SONUNDAYIM ELİMDE SADE KELİMELER

Akıl dilin patronudur ve hiçbir zaman ve hiçbir koşulda yetkilerini akılsızlığa, öfkeye devretmemelidir.

Bu bir mektup.

Kanamalı bir güvercinin kanadına yazıldı.

Hangi yüreğe konarsa o okusun ve bu ölümcül gidişi durdurmak için yapabileceği bir şey varsa hemen şimdi yapsın diye yazıldı.

Ölüm üzerine...

Mayın üzerine yazıldı.

Kürtçe meselesi, Türkçe meselesi üzerine bir yakarış bu.

Ben... Yani kalemden başka silah, vicdanından başka pusula tanımayan, bilmeyen ben...

Ne elimde dünyayı kurtaracak bir bilgi var, ne düşleri aydınlatacak bir lamba...

Elimde sade kelimeler...

Dizlerimin üstüne çöktüm, ağlıyorum.

Takatimin sonundayım ve durun diyebiliyorum sadece.

Yalvarırım... Durun!

Durdurun!

Yılmaz ERDOĞAN

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Küresel Isınma Mimar Sinanın Eserini Ortaya Çıkardı

Küresel ısınma nedeniyle doğa, felaketleri ve kuraklığı ile acımasız yüzünü gösterdi, gösteriyor.

Tüm Dünya'yı top yekün yok oluşu sürükleyen, Küresel Isınmanın sorumlusu kapitalizm bu durumdan dâhi kâr elde etmenin planlarını yapmaya başladı. Doğa özelleştirilmeye çalışılıyor.

Ankara'da ki sı sıkıntısının ardından göllerin ve akarsuların özelleştirilmesi tartışmaları başlatıldı. Azami kâr hırsı güden kapitalistler tüm dünyayı nakte çevirmeyi düşünüyor. Herhalde sonraki adım Oksijenin özelleştirilmesi olacak?!

Ancak bu yıl ki kuraklık bir tarihsel değeri de ortaya çıkardı.

Diğer iller de olduğu gibi, İstanbul da kuraklık yaşıyor. Barajlardaki su miktarı %27'lere indi. Alibey deresinde ise su neredeyse tamamen tükenmiş durumda. Derenin kuruması Kanuni Sultan Süleyman'ın talimatıyla M. Sinan'a 1554-1562 yılları arasında yaptırılan Mağlova Kemerini ortaya çıkardı. Kemer, 1563 yılında sel felaketi nedeniyle zarar görmüş, 1564 yılında ise onarılmış.

Sanat Tarihi Prof. Semavi Eyice "Dini mimaride Süleymaniye ve Selimiye Camileri neyse, sivil mimaride de Mağlova kemerleri o derece önemli bir eserdir. Benim nazarımda onu baraj gölü içinde bırakmak Sanat Tarihi açısından yapılmış en büyük cinayettir." dedi. Eyice, Alibey barajının yapılış aşamasında kendisinin anıtlar kurulunda görevli olduğunu, baraj yapılmasına itiraz eden tek kişinin kendisi olduğunu söyledi.

Sular çekildikten sonra bölgeyi giden Arkelog Görkem Kızılkayak suların çekilmesinin tek faydasının eserin tamamını görebilmek olduğunu, tarihi yapıda herhangi bir hasar olmadığını söyledi.

Kemer 2 katlı olup 36 metre yüksekliğinde, 258 metre uzunluğundadır. Alt katta 8 büyük göz üst katta 8 küçük göz bulunmaktadır.

1 Mayıslar Ve Türkiye

Dünya işçi sınıfının birlik-dayanışma ve mücadele günü Türkiye ve … ‘da her zaman yasaktı. Hakim sınıflar zaman zaman "kır bayramı" yaptılarsa da bu da sökmeyince kan ve barutla işçi yürüyüşlerini bastırdılar. Tüm baskılara karşın 1 Mayıs'lar bizde de yaşandı.

1906'da ilk 1 Mayıs kutlamaları yapıldı. Değişik uluslardan işçilerin ilk birlikte kutlaması olması açısından bu kutlama çok önemliydi. 1909-10-11 1 Mayıs'larında İstanbul, Üsküp ve Selanik'te 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlandı. 1922 ve 1923'de ilk kez 1 Mayıs gerçek anlamı ve içeriğiyle kutlandı. İstanbul-Ankara-Adapazarı, Mersin ve İzmir'de emperyalist işgalcilere ve yerli uşak burjuvaziye karşı mücadeleye dönüştürüldü. 1924'de 8 saatlik çalışma günü şiarıyla çeşitli şehir ve işyerleri işçileri, 1 Mayıs'I -işçi bayramını kutladılar. 1925'de 1 Mayıs'ı hedefinden saptırmak için Kemalistler bir yasa çıkararak "Bahar Bayramı" ilan ettiler. Bundan sonra Kemalizm her türlü baskı yöntemini uygulayarak, işçilerin işyeri ve yürüyüşlerine saldırarak 1 Mayıs'I yasaklamaya çalıştılar.

1960'lardan itibaren işçi sınıfının mücadelesinde önemli gelişmeler oldu. 1970'lerde daha da ileri boyutlara vardı. 15-16 Haziran işçi hareketinden sonra, işçi sınıfı "22 Temmuz Sahte İşçi Bayramı"nı bir tarafa atarak kendi bayramını talep etmeye başladı. 1976'da ilk büyük işçi yürüyüşü Taksim'de gerçekleşti. 1 yıl sonra yeniden işçiler Taksim'e yürüdüler. Bu kez DİSK önderlerinin ihaneti sonucu, Türk polisi bir provokasyon yaratarak 36 emekçiyi katlettiler. 77 katliamı 1 Mayıs'ın kutlanmasını engelleyemedi. 78'de 1 Mayıs'lar DİSK önderlerinin ve devletin engellemesine rağmen her yerde kutlandı. 79'da DİSK'in iktidardaki CHP iktidarı ile anlaşıp yürüyüş yapmasına rağmen, işçiler her yerde yine kutlamalarını yaptılar. 12 Eylül Cuntasının gelişiyle birlikte 1 Mayıs kutlamaları engellendi. Ama tamamen durdurulamadı. Her yıl yeni yeni gösteriler ve mücadele metotları gelişti. Burjuvazi olmadık çarelere başvurdu, ama nafile. İşçi sınıfının selini kimse durduramadı.

Bugün yeniden bir 1 Mayıs yaşıyoruz. Bugün artık susturulmuş, dağıtılmış cansız bir işçi sınıfı yoktur, ama Türkiye … işçi sınıfı kendi yaşantısıyla önemli dersler ve tecrübeler çıkarmıştır. Bugün örgütlenme-propaganda ve grev özgürlüğü için daha somut mücadele koşulları yaratılmıştır. İş kanunlarının, işsizliğin, sosyal farklılıkların giderek arttığı bir ortamda işçilerin susturulması, mücadelelerinin bastırılması biraz daha zorlaşmıştır.

Bugün Kürt ulusu ve ezilen milliyetler üzerinde yoğun bir asimilasyon ve soykırım uygulanıyor. Çeşitli uluslardan işçiler ve emekçiler arasına şovenist-ırkçı düşmanlıklar ekiliyor. Bir yandan Kafkas ve Balkanlarda ulusların yok edilmesini silah olarak kullanan Türk egemen sınıfları, öte yandan ülkemizde tüm milli azınlıkların haklarını yok ve inkar etmeye çalışıyor. İşçi sınıfının sarı-revizyonist sendikal önderlikleri de bunları görmemezlikten gelerek, enternasyonal dayanışma ruhunu ekmeyerek Türk şovenizmine hizmet ediyorlar.

Bugün işçi sınıfının görevi, 1 Mayıs'ları devrimci geleneğine uygun bir tarzda kutlamaktır. Görev emperyalizmin tüm gürültülerine rağmen işçi sınıfının iktidarı olan sosyalizmin propagandasını yapmaktır. Görev, tüm milliyetçi ve şoven düşüncelere karşı enternasyonal proletaryanın birliğini savunmaktır. Görev her türlü örgütlenme, propaganda ve eylem özgürlüğünün alınmasıdır. Görev, işyerlerinde sarı sendika ve patronun ajanlarını dıştalayacak olan grev ve mücadele komitelerini oluşturmaktır.

Sözümüzü Yılmaz Güney'den yapacağımız bir alıntıyla bitirelim.

"1 Mayıs, işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günüdür.

1 Mayıs, her türden dar burjuva milliyetçiliğine, oportünizme ve reformizme karşı proletarya hareketinin en anlamlı enternasyonal bayramıdır.

1 Mayıs, onu devrimci içeriğine uygun bir şekilde kutlamak için, ellerinde kızıl bayrakları ve gökleri inleten enternasyonal marşlarıyla işçilerin ücretli kölelik sistemi olan kapitalizme karşı mücadele kararlılıklarını ve yeni bir topluma duydukları özlemi haykırdıkları bir mücadele günü olmalıdır!…

1 Mayıs, bu ölüm-dirim kavgasını zaferle sonuçlandırmak… egemen sömürücü burjuvaziyi alaşağı etmek… ücretli kölelik zincirlerini parçalamak…insanın insan tarafından sömürülmesine, işkence ve zulüm altında inletilmesine son vermek…sınıf ayrıcalıklarını ve bizzat sınıfların kendilerini ortadan kaldırmak ve "HERKESTEN YETENEĞİNE GÖRE, HERKESE İHTİYACI KADAR" şiarının gerçekleşeceği komünist toplumu kurmak uğruna mücadeleyi hızlandırmak için bir çağrıdır. Aynı zamanda 1 Mayıs, devrimci mücadelenin dayattığı güncel görevlerimizi daha da bilinçli olarak kavramamız, onlara derinden sarılmamız, kendi hata ve zaaflarımızla hesaplaşmamız için bir çağrıdır.

Bugün, gerek ulusal ve gerekse uluslararası planda Marksist-Leninistlerin en önemli görevleri, burjuva düşüncesinin ve onun işçi sınıfı içindeki uzantısından başka bir şey olmayan oportünizmin her türüyle mücadele etmek, işçi sınıfının bilimsel sosyalizmin öğretileriyle donanmasını sağlamak, Marksizm-Leninizmin granit gibi sağlam ilkeleri üzerinde yükselen gerçek sınıf partilerini, proletarya devrimine önderlik edebilecek güçlü komünist partileri bütün yönleriyle inşa etmek, krizin etkisiyle daha büyük sayıda kavga alanlarına atılan sömürülen kitlelerin mücadelelerini, emperyalizme, artan emperyalist savaş tehlikesine ve bizzat kapitalist düzenin kendisine karşı yöneltmektir."
(1 Mayıs 1984'de MAYIS imzasıyla yayınlanan bildiriden - Siyasi Yazılar Sf. 185)

(*) Bu yazı daha önce Güney dergisinin yurtdışında çıkan bir sayısında yayınlanmıştı.

Dostlarınızın Kıymetini Bilin Ha



Hani vardır ya her yerde, hissetmek istersin onun varlığını. Hani hep yanıbaşınızdaymış sanırsınız, ismini söylersiniz dalgınlıkla, her an berabersinizdir. Yanında olduğunu unutuverirsin bir andan sonra, sonra üzüldüğünde o sımsıcacık kollarını açar sana, sarılır ağlarsın omzunda doya doya... Senin sorununu kendi sorunu gibi benimser, bir kolun bir bacağın olur adeta.. Ayrılmak istesen de koparıp atamazsın. Bir türlü sevindiğinde ise senden fazla mutluluk duyar. O senin için farklıdır bütün insanlardan, tabii sen de onun için. Aranızdaki sevginin bitmesine izin vermezsiniz, kimse bozamaz aranızı, kimse araya girmeye dahi cesaret edemez. Ne zaman yardıma ne zaman insana ne zaman dosta ihtiyacınız olsa hep yanınızda bulursunuz, kendini adeta sizin için ayarlamıştır. Beraber gülüp beraber ağlarsınız, daima olumlu özellikler verirsiniz birbirinize. O sana gülmeyi öğretir sen ona kahkaha atmayı, O sana emeklemeyi öğretir, sen ona yürümeyi.. O sana okumayı öğretir, sen ona yazmayı ve bu böyle sürüp gider....İşte bunun adına DOST derler...Hayatta hiçbir şeyiniz olmasın ama hep bir dostunuz olsun...

KYB temsilcisi: DTP hata yaptı

Talabani’nin Ankara temsilcisi Behroz Galali DTP’nin köşk oylamasında Gül’e destek vermeme kararını hata olarak yorumladı. Dün meclis grubunu toplayan DTP ise sonraki turlarda da Gül’e oy vermeme boş oy kullanma tutumunu sürdürmeye karar verdi.

resim

HABER MERKEZİ Irak Devlet Başkanı Celal Talabani’nin genel sekreteri olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) Ankara Temsilcisi Behroz Galali, cumhurbaşkanlığı seçimi oylamasında Abdullah Gül’e destek vermeyen DTP’yi eleştirdi. Galali seçim sürecinde DTP’nin iki hata yaptığını, bunlardan ilkinin ilk tur oylamada boş oy kullanılması, ikincisinin ise Gül’ün ziyaretinin hemen ardından basın toplantısı düzenlenmesi olduğunu ileri sürdü.

Erbil’de yayınlanan Kürdistan Nwe (Yeni Kürdistan) gazetesinde dün yayınlanan yazısında Galali “DTP'nin siyasi ve diplomatik yetersizliğinden ve tecrübesizliğinden dolayı iki önemli hata yaptığı” yorumunda bulundu. DTP'nin ilk hatasının cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün ziyaretinin hemen ardından basın toplantısı düzenlenmesi olduğunu söyleyen Galali, halkın, Kürt sorunun çözümüne fayda sağlanması için ileri görüşlü bir şekilde görüşmeler yapılmasını beklediğini söyledi. Galali, oylama öncesinde parti adına resmi açıklama yapan Ahmet Türk'ün “Abdullah Gül'e oy vermeyeceğiz ve boş oy kullanacağız” diyerek ikinci hatayı yaptığını savundu.

Bakan Çelik’ten DTP’ye ziyaret
Öte yandan dün sürpriz bir biçimde Meclis’teki grubunu toplayan DTP, cumhurbaşkanlığı seçiminde boş oy kullanma tutumunu gelecek turlarda da sürdürmeyi benimsedi. Abdullah Gül’ün Kürt sorunu hakkında mesaj vermesi durumunda DTP’liler tutumlarını değiştirip Gül’e oy vermeyi de benimsediler. Ahmet Türk başkanlığında basına kapalı olarak yapılan ve 6 saat süren toplantıda cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin yanısıra milletvekillerinin hangi komisyonlarda görev alacakları konusu da ele alındı.

DTP Grup toplantısının ardından Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik akşam saatlerinde Ahmet Türk’ü ziyaret etti. Çelik görüşme sonrasında bunun bir nezaket ziyareti olduğunu ve cumhurbaşkanlığı seçiminin gündeme gelmediğini belirtti. Ancak DTP’li kaynaklar Çelik’in ziyaretinde DTP’lilerden ikinci turda Gül’e destek istediğini ifade etti.

Bolivya'dan Peru'ya yardım kampanyası

Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales ülkesinde geçen hafta gerçekleşen depremden etkilenen Perululara yardım kampanyası başlatılacağını söyleyerek, ilk olarak kendisi ve kabinesinin maaşlarının yarısını bağışlayacağını açıkladı.

resimDIŞ HABERLER Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales kendisi ve kabinesinin maaşlarının yarısını geçen hafta Peru'da gerçekleşen yaklaşık 500 kişinin ölümüne neden olan depremde evsiz kalan ailelere göndereceklerini açıkladı.

Morales yaptığı açıklamada, "Peru daima bize karşı dayanışma göstermiştir. Sunacağımız ilk yardım, devlet başkanı ve yardımcıları maaşlarının yüzde 50'si olacak" dedi. Morales ayrıca bütün bakanların ve bakan yardımcılarının da maaşlarının yüzde 25'ini bağışlayacaklarını söyleyerek bütün Bolivyalıları acil durum fonlarına yardım için bağış yapmaya çağırdı. Morales, "Perulu kardeşlerimizi yüzüstü bırakamayız" diyerek, Perululara yardım edilmesi için ulusal bir kampanya başlatılacağını söyledi.

Bolivya hükümeti geçen hafta Peru'ya bir uçakla malzeme ve yardım için gönüllüler gönderdi. Geçen hafta Peru'nun Pasifik sahilindeki birçok şehri vuran depremde on binlerce insan evsiz kaldı. Birçok Latin Amerika ülkesi Peru'ya ilaç, gıda, su, çadır ve kıyafet gibi yardım malzemeleri taşıyan uçaklar gönderdi. Uluslararası kuruluşların da harekete geçtiği felaket için Morales, "Uluslararası yardım, doğal bir felaket olduğunda her zaman yeterli değildir; fakat küçük de olsa bir bağış depremden etkilenmiş ailelere yardım edecektir" şeklinde konuştu.

Devrimin yolu

İnsanlar devrimden söz ediyorlar. İster demokratik halk devriminden, ister sosyalist devrimden olsun, herkes devrimden söz ediyor. Kimisi için iyi, kimisi için kötü, kimisi için gerçekleşmesi mümkün olamayacak bir şeydir devrim.
Kimisine göre devrim, ülkenin içinde bulunduğu bağımlılık ve sömürü ilişkileri içinde tek kurtuluş yoludur; kimisine göre, halkın yoksulluk ve sefaletten tek kurtuluş yoludur; bir başkasına göre ezilenlerin ve sömürülenlerin "daha iyi bir dünya"da yaşamalarının yoludur. Kimileri için ise, "güzel bir ütopya"dan ibarettir, hayal edilmesi gereken, ama uğruna mücadeleye değmeyen.
Devrim, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, hangi sorunların çözümü için ortaya konulmuş olursa olsun, her koşulda, mevcut düzenin altüst edilmesi, mevcut düzenin yıkılması ve yerine yeni bir toplumsal düzenin kurulmasıdır.
İlk bakışta kolayca anlaşılabilen bu devrim tanımı Mahir Çayan yoldaş tarafından şöyle ifade edilmiştir:


"Marksist devrim anlayışı, sürekli ve kesintisiz bir ihtilâl sürecini öngörmektedir. Devrim, halkın devrimci girişimiyle -aşağıdan yukarı- mevcut devlet cihazının parçalanarak, politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla -yukarıdan aşağıya- daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesidir."[1*]

Görüldüğü gibi, devrimle ulaşılmak istenen amaç (daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesi), her şeyden önce politik iktidarın ele geçirilmesini öngörür. Yani politik iktidar ele geçirilmeksizin bir devrimden, devrimci amaçlardan söz edilemez. Bu nedenle, her devrim mücadelesinin ilk ve yakın hedefi politik iktidarın, devlet aygıtının -parçalanarak- ele geçirilmesidir.
Politik iktidar, bürokrasi ve militarizmi ile bir bütün oluşturan mevcut devlet iktidarıdır. Mevcut düzeni ayakta tutan, koruyan temel güç olarak devlet gücü, devrim mücadelesinin karşısında egemen sınıfların çıkarlarının temsilcisi, sömürünün, baskının, bağımlılığın dayanağıdır. Dolayısıyla her devrim mücadelesi, öncelikle mevcut devlet gücüyle yüz yüze gelir ve onunla hesaplaşır.
Devlet, bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organıdır; sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek, bu baskıyı yasallaştırıp pekiştiren bir "düzen"in ifadesidir.
Sürekli ordu ve polis, devlet iktidarının başlıca zor araçlarıdır.
Herhangi bir barışçıl protesto eyleminde, herhangi bir ekonomik hak ve istem için yapılan grevde ortaya çıkan "kamu gücü", devletin zor güçleridir. Görünüşte polis gücü olarak ortaya çıkan "kamu gücü", arkasındaki tüm silahlı kuvvetleriyle (ordu) zorun ilk basamağını teşkil eder.
Barışçıl bir eylemde polis gücünün "dağılın" uyarısıyla başlayan güç kullanımı, bu uyarıya uyulmamasına paralel olarak adım adım ilerler. Önce polis güçleri eylemcileri dağıtmak için "safları sıklaştırırlar", gaz bombaları hazırlanır, gaz maskeleri takılır. "Yasalar gereğince" bir kez daha "dağılın" uyarısı yapılır. Barışçıl eylemin "sözcüleri" öne çıkarak polis yetkilileri ile "görüşme" yaparlar. Bu "görüşme", eylemin nerede ve nasıl sona erdirileceği üzerine bir pazarlıktan ibarettir.
Yapılan "görüşme"-pazarlıkta, devletin zor gücünün temsilcisi, "yasalardan" kaynaklanan zor kullanma yetkisiyle hareket ederken, eylem sözcüleri, eylemin amaçlarının asgari düzeyde gerçekleştirilmesini göz önünde bulundururlar.
Son dönemlerde sıkça görüldüğü gibi, yapılan pazarlıklar, eylemcilerin "basın açıklaması" yapmaları koşuluyla zor kullanımına gerek olmaksızın dağılmasıyla sona erer.
Ancak zaman zaman "basın açıklaması"nın yeri ve süresine ilişkin "uzlaşmazlık" ortaya çıktığında, "siyasal zor" gücü, yani polis güçleri "zor kullanarak" göstericileri dağıtır. Gaz bombaları, cop, tekme-tokat ve nihayetinde gözaltına alınmalarla sonuçlanan bir "çatışma"yla barışçıl eylem, bir sonraki eylemde aynı durumlar bir kez daha yaşanmak üzere sona erer.
Devletin zor güçleri, yaptıkları işin "yasadışı bir eylemi önlemek" olduğunu söylerken, barışçıl eylemcilere sorulduğunda protesto edilen olayın "anti-demokratik"liğinden, "insan haklarına aykırılığından", "insan haklarının çiğnenmesinden", devrimci insanlar olarak bu türden "haksızlıklar" karşısında "duyarsız" kalınamayacağından söz ederler ve hatta devrim mücadelesinin bir parçası olarak bu eylemi gerçekleştirdiklerini söylerler.
Şemdinli-Yüksekova olaylarında görüldüğü gibi, her protesto eylemi, ilk adımda karşılaştığı devletin resmi zor güçlerinin "düşük yoğunluklu müdahalesi"nin yanında sınırsız güç kullanımıyla da karşı karşıyadır. F-16 uçaklarıyla cenaze törenine katılanların üzerinde yapılan "alçaktan uçuş", sınırsız güç kullanımı kararının "tebliğ" edilmesinden başka bir şey değildir.
Devrim, mevcut düzenin, altyapısından üstyapısına kadar artık tarihsel olarak ortadan kaldırılması gereken eskimiş ve kokuşmuş bir düzen olması gerçeğinin üzerinde yükselir. Eğer mevcut düzen, insanlığın gelişmesi ve daha iyi koşullarda yaşamasının engeli haline gelmiş ise, devrim kaçınılmazdır. Bu nedenle, devrimin kaçınılmaz olduğu koşullarda, devrimin gecikmesi, insanların mevcut düzenin bozulmuşluğundan, yozlaşmasından daha fazla etkilenmelerine, yaşamın daha fazla çekilmez hale gelmesine, daha fazla baskı görmelerine neden olur. Devrim ne kadar gecikirse, bu bozulmalar, yozlaşmalar, baskılar o denli fazlalaşır ve büyür.
Bu aşamada sorun, devrimin zorunluluğu değil, insanların bu zorunluluğun farkına varmaları ve bunun bilincine sahip olmalarıdır.
Devrim, bir şiddet eylemidir
. Kısa ya da uzun süreli bir şiddet eylemidir. Devrimin şiddetini belirleyen, mevcut düzenin ayakta kalabilmek amacıyla elinde tuttuğu devlet gücünü, zor gücünü sonuna kadar kullanma isteği ve bu gücün sınırsız kullanımıdır.
Mevcut düzenin bozulmuşluğundan, eşitsizliğinden, adaletsizliğinden, haksızlığından söz eden insanların, sıra devrime geldiğinde duraksamaları, hemen her zaman mevcut devlet gücünün sınırsız güç kullanımında kendi gerçekliğini bulur. Ancak bu sınırsız güç kullanımı karşısındaki boyuneğiş, devrimin şiddete dayanmasına karşı çıkışla gizlenmeye çalışılır.
Devrim, bir şiddet eylemidir
. Kısa ya da uzun süreli bir şiddet eylemidir. Şiddetin boyutunu ve süresini belirleyen, mevcut devlet gücünün sınırsız kullanımının boyutları ve yenilgiye uğratılmasıdır.
Mevcut devlet gücünün, zor gücünün sınırsız kullanımı, mevcut toplumsal düzenin devrimle topyekün yıkılması karşısında egemen ve sömürücü sınıfların kendi varlıklarını sürdürme çabasının sonucudur. Bu sınırsız güç kullanımını ortadan kaldırmak, yenilgiye uğratmak ise, doğrudan devrim güçlerine, devrimci halk güçlerine ait bir görevdir.
Emperyalizme bağımlı geri-bıraktırılmış bir ülkede devrim teorisi, emperyalizm ve onun yerli işbirlikçisi iktidarının nasıl yenileceği sorusunu yanıtlamak için, öncelikle düşmanın gücünün ve halk güçlerinin durumunun saptanmasını gerektirir.
Her türden ajitatif ve keskin söylem bir yana bırakıldığında, karşı karşıya olunan gerçek, devrim güçleri karşısında emperyalizm ve oligarşinin askeri olarak mutlak bir üstünlüğe sahip olduğudur.
Bu askeri üstünlük sadece maddi bir üstünlük değil, aynı zamanda teknik olarak da üstünlüktür. Dolayısıyla emperyalizm ve oligarşi, maddi ve teknik olarak üstün bir güce, askeri güce sahiptir. Her devrim teorisinin ve stratejisinin çözmek durumunda olduğu soru, düşmanın bu üstün askeri gücünün nasıl yenilgiye uğratılacağıdır. Devrim mücadelesi, devrim teorisi ve stratejisinin saptadığı rotada düşman gücünün yenilgiye uğratılması mücadelesidir.
Burada halk güçlerine moral vermek adına düşmanı, yani emperyalizmi ve oligarşiyi küçümseyen söylemlerden ve sloganlardan uzak durulması gerektiği açıktır. Ortada gücü tartışmasız bir düşman vardır ve yenilgiye uğratılması şarttır. Ve yine tartışmasız diğer bir gerçek, bu gücün devrim güçleri tarafından yenilgiye uğratılacağıdır.
Emperyalizmin ve oligarşik yönetimin askeri gücü pek çok sayısal verilerle ifade edilebilir. Şu kadar yüzbin silahlı asker, şu kadar tank, top, uçak, helikopter vs. Bu sayısal veriler, bu gücün "yenilmezliği" için bir kanıt olarak kullanılsa da, her durumda devrimci güçlerin yenilgiye uğratacakları gerçek ve maddi bir gücün varlığının ifadesidir. Bu maddi güç, yenilgiye uğratılmadığı sürece, bir ülkede devrimin yapılamayacağı da tarihsel ve bilimsel bir gerçektir.
En temel Marksist-Leninist belirlemelerden birisi olan, "devlet egemen sınıfların baskı aygıtıdır" belirlemesi de, emperyalizm ve oligarşinin askeri gücünün, devlet gücü, zor gücü oluşunu tanımlar. Bu nedenle, siyasal iktidarın halk güçleri tarafından ele geçirilmesi, öncelikle oligarşik devlet gücünün, bu "baskı aygıtı"nın temel dayanağı olan askeri gücünün alt edilmesini öngerektirir.
Hangi açıdan ele alınırsa alınsın, devrimin zaferi, düşmanın askeri güçlerinin yenilgiye uğratılmasıyla, düzenin sürdürücüsü bir güç olmaktan çıkartılmasıyla gerçekleşebilir.
Düşmanın askeri gücü nasıl yenilgiye uğratılır?
Herhangi bir savaş alanında düşmanın askeri gücü ağırlıklı olarak tanklara dayanıyorsa, burada verilen savaşta "düşmanın yenilgiye uğratılması", onun tanklarının imha (tahrip) edilmesi ve etkisiz kılınmasıyla olanaklıdır. Aynı şekilde, yine savaş alanında düşmanın askeri gücü toplar, tanklar, helikopterler ve uçaklardan oluşan savaş araçları ile iyi eğitilmiş ve donatılmış askerlerden ve güçlü bir lojistik güçten oluşuyorsa, "düşmanın yenilgiye uğratılması", onun bu askeri araçlarının, insan gücünün ve lojistiğinin imha edilmesi ve etkisiz kılınmasıyla olanaklıdır.
"Düşman askeri güçleri insangücünü, savaş araçlarını ve geri üsleri içerir. İnsan gücü gerekli bir unsurken, savaş araçları ve geri üsler keza emperyalist orduların önemli ana parçalarını oluştururlar. Düşmanın insan gücünü imha ederken, özellikle daha önemlileri olmak üzere, onun savaş araçlarını ve geri üslerini tahrip etmeliyiz."[2*] (Giap)

Burada asla unutulmaması gereken bir olgu ise, düşmanın amacının da devrimin askeri güçlerini imha etmek olduğudur. Bu nedenle, düşmanın askeri güçleri (insangücü, savaş araçları ve lojistik güçleri) imha edilirken, aynı zamanda kendi güçlerimizi korumak temel amaçtır.
"Savaşın amacı, yani kendini korumak ve düşmanı imha etmek, savaşın özü ve savaştaki her türlü etkinliğin temelidir. Bu, öz, teknik ve stratejik, bütün savaş etkinliklerinde başat bir unsurdur. Savaşın bu amacı, temel ilkedir ve hiç bir teknik, taktik ya da strateji ve kavram ya da ilke, bundan ayrılamaz."[3*] (Mao)

Verili ve somut koşullarda düşmanın ne kadar askeri güce sahip olduğu sorusu, bu gücün ne büyüklükteki bir devrimci silahlı kuvvetler tarafından yenilgiye uğratılabileceği sorusuyla birlikte ortaya çıkar. Savaşın kazanılmasını sağlayacak ölçüde düşmanın askeri güçlerini imha edebilecek bir devrimci silahlı gücün varlığı koşullarında tek sorun, bu askeri gücün savaşı nasıl yürüteceği ve zafere ulaştıracağıdır.
Yinelersek, devrimin zaferi, emperyalizmin ve oligarşinin askeri güçlerinin yenilgiye uğratılmasıyla gerçekleşecektir. Bunu sağlayacak olan tek güç, devrimci silahlı kuvvetlerdir, yani halk kurtuluş ordusudur.
Bu nedenle devrimin zafere ulaşabilmesi için, halk kurtuluş ordusunun kurulması, gelişmesi ve düşmanın askeri güçlerini yenilgiye uğratacak güce ulaşması şarttır.
Artık devrimci mücadelenin hedefleri belirginleşir: Halk kurtuluş ordusunun kurulması, geliştirilmesi ve zafere ulaştırılması.
Bu ise, halk kurtuluş ordusunun, uzatılmış bir savaş aracılığıyla maddi ve teknik olarak üstün emperyalist ve oligarşik orduları yenilgiye uğratması, yani halk savaşını yürütmesidir.
"Halk savaşı, genellikle, bizden maddi olarak daha güçlü olan bir düşman üzerinde mutlak bir siyasi üstünlüğü sağladığımız şartlarda verilir."[4*]

İkinci olarak:
"Halk Savaşı vermek için, silahlı kuvvetler, ana kuvvet birlikleri, bölgesel birlikler, milis ve kendini koruma birlikleri şeklinde uygun örgütlenme biçimlerine sahip olmalıdır. Ana kuvvet birlikleri, ülkenin herhangi bir yerindeki çarpışmalarda kullanılabilecek olan hareketli birliklerdir. Bölgesel birlikler, bölgedeki silahlı mücadelenin dayanağını teşkil eder. Milis ve kendini koruma birlikleri, üretim faaliyetine devam eden ve üslerdeki halk iktidarının temel cihazı olan, halkın yaygın, yarı-silahlı kuvvetleridir."[5*]

Mao Zedung halk savaşı vermek için gerekli silahlı kuvvetleri, düzenli birlikler, hareketli birlikler ve gerilla ve milis olarak tanımlar.
Düzenli birlikler, yani düzenli ordu, halk savaşının temel savaş gücünü oluşturur. Hareketli birlikler bölgesel niteliktedirler. Gerilla ise, ülkenin her yerinde faaliyet yürüten silahlı güçlerden oluşur.
Bu yapıdaki halk silahlı güçleri, yani halk kurtuluş ordusu, mevzi savaş, hareketli savaş ve gerilla savaşı olarak üç savaş biçimini yürütür. Mevzi savaş düzenli birliklerin savaş tarzıdır. Hareketli savaş bölgesel birlikler tarafından yerine getirilir, gerilla savaşı ise ülkenin her yerindeki gerilla güçleri tarafından yürütülür.[6*]
"Genel olarak hareketli savaş imha görevini, mevzi savaş yıpratma görevini yerine getirir ve gerilla savaşı, her iki görevi birden yerine getirir."[7*]
"... bu savaş hem yıpratma ve hem de imha savaşıdır. Bu, neden böyledir? Çünkü düşman, gücünden sonuna kadar yararlanıyor ve stratejik üstünlüğü ve stratejik inisiyatifi elinde bulunduruyor. Bu yüzden, biz, imha seferleri ve muharebeleri vermedikçe, onun gücünü hızla azaltamayız; üstünlüğünü ve inisiyatifini kıramayız. Bizim, hâlâ zaaflarımız var ve stratejik aşağı durumdan ve edilgenlikten hâlâ kurtulamadık. Bu sebeple, imha seferleri ve muharebeleri vermedikçe, iç ve uluslararası durumumuzu düzeltmek ve elverişsiz durumumuzu değiştirmek için zaman kazanamayız. İmha seferleri, stratejik yıpratma hedefine ulaşmanın bir yoludur. Bu bakımdan imha savaşı yıpratma savaşıdır. Çin, imha yoluyla yıpratma yöntemi kullanarak, uzatmalı bir savaş verebilir."[8*]

Özetlersek, maddi ve teknik olarak çok üstün bir düşmanın (emperyalizm ve oligarşinin) uzatılmış bir savaşla yenilgiye uğratılması, halk silahlı kuvvetlerinin varlığını ve uygun savaş biçimlerini yürütmesini gerektirir. Bu nedenle, emperyalizme bağımlı geri-bıraktırılmış ülkelerde devrimin yolu, böyle bir savaşın yürütülebilmesi için gerekli halk silahlı güçlerinin oluşturulmasından ve savaşından geçer.[9*]
Oluşmuş, hazır halk silahlı güçleri (halk kurtuluş ordusu) mevcutken, bu güçlerin halk savaşını nasıl yürüteceği ve zafere ulaştıracağına ilişkin yapılacak her türlü stratejik ve taktik planlamalar, halk savaşının yürütülmesi ve zafere ulaştırılmasına ilişkindir. Ama ortada zayıf da olsa halk silahlı güçleri mevcut değilken, halk savaşının nasıl yürütüleceğine ilişkin her türlü stratejik ve taktik planlama hiç bir değere sahip değildir.
Halk savaşını belirlenmiş strateji çerçevesinde yürütecek halk silahlı güçleri (halk kurtuluş ordusu) mevcut değilken, halk savaşından söz etmek, halk savaşının yürütüldüğünü söylemek boş sözlerden öte bir anlama sahip değildir.
Emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri halk savaşıyla yenilgiye uğratılacaktır. Ancak halk savaşı verilebilmesi için gerekli silahlı güçler oluşturulmaksızın, halk savaşından da, halk savaşının yürütülmesinden de söz edilemez. Bu nedenle, halk savaşını yürütecek halk silahlı güçlerinin oluşturulması görevi, devrimin bu aşamasında temel görev olarak ortaya çıkar. Artık devrimci mücadelenin görevi, bu halk silahlı güçlerinin oluşturulmasıdır.
"Öncü Savaşının amacı, geniş halk kitlelerini silahlı mücadeleye kazanmak, yani Halk Savaşını başlatmaktır. Halk Savaşı maddi olarak güçlü düşmana karşı mutlak siyasi üstünlüğün sağlandığı şartlarda verilir. O halde Öncü Savaşının amacı oligarşinin siyasal tecrididir."

Oligarşinin siyasal olarak tecrit edilmesi, siyasal olarak teşhir edilmesiyle olanaklıdır. Bu ise, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının her yerde ve her düzeyde yürütülmesi demektir.
"Gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açık lama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasına Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir."[10*]

Bir başka ifadeyle, gerilla savaşının siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine silahlı propaganda adı verilir.
"Silahlı propaganda, kır ve şehir gerilla savaşı ile psikolojik ve yıpratma savaşını içerir.
Temel mücadele biçiminin bu şekilde ele alınması, elbetteki öteki mücadele biçimlerinin ihmal edilmesi demek değildir. Silahlı propagandayı temel alan örgüt, öteki mücadele biçimlerini de gücü oranında ele alır. Ancak öteki mücadele biçimleri talidir. Silahlı propaganda, temel mücadele biçimidir. Bu, ekonomik ve demokratik kitle hareketlerine seyirci kalınması demek değildir. Örgüt, gücü oranında, ekonomik ve demokratik hak ve istemler etrafında kitleleri örgütlemeye çalışır. Oligarşiye karşı her çeşit tepkiyi yönlendirmeyle uğraşır. Ancak başlangıçta asla her yere koşmaz, gücünü aşan, silahla güven altına alınamayan kitle hareketlerinin içine girmez. Gücüyle orantılı olarak silahlı propagandanın dışındaki, bilinçlendirme, siyasi eğitim, propaganda ve örgütlendirme işleri ile uğraşır."[11*]

Bu stratejik bakış açısıyla yürütülen silahlı propaganda, kır ve şehir gerilla savaşının başlatılması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması demektir.
Başlatılıp geliştirilen kır ve şehir gerilla savaşı sonucunda, halk savaşının yürütülmesi için gerekli silahlı güçler adım adım inşa edilir.
Kesintisiz Devrim II-III
'de bu stratejik rota şu şekilde ortaya konulmuştur:
"1. aşama: Şehir gerillasını yaratma
2. aşama: Şehir gerillasını geliştirme,
Kır gerillasını yaratma ve kuvvet gösterisi.
Bu iki aşamada, savaşın, psikolojik yıpratma yönü ağır basacaktır.
3. aşama: Şehir gerillasını yaygınlaştırma,
Kır gerillasını geliştirme
4. aşama ise, Kır gerillasını yaygınlaştırma aşamalarıdır."

Kır gerillasının yaratıldığı evrede, devrimci silahlı güçler üç ana bölüm halinde örgütlenmiş durumda bulunur.
Birinci bölüm
, Öncü Savaşının temel dinamiği olarak ve merkezi güçlere dayalı hareketli gerilla birliğince oluşturulur. Hareketli gerilla birliği, somut ülke koşullarına göre saptanmış belli bir operasyon alanında faaliyet gösteren silahlı propaganda gücüdür. Bu birlik bir yandan suni dengeyi bozma yönünde hareket ederken, öte yandan doğrudan (araçsız olarak) operasyon alanındaki kitlelerle temas kurarak, siyasi gerçekleri açıklar, onlara siyasi bilinç iletir, siyasi eğitimlerini yapar ve örgütler. Bu birlik, gelecekteki halk kurtuluş ordusunun düzenli birliklerinin çekirdeğidir.
İkinci silahlı güç
, gerilla birliğinin operasyon alanı dışındaki kırsal ve kentsel alanlarda örgütlenmiş bölgesel gerilla gücüdür. Bu güç, kentlerde kır gerilla savaşı tekniği ile şehir gerillasını, kırlarda şehir gerilla savaşı tekniği ile kır gerillasını yürütür. Tüm faaliyetlerinde hareketli gerilla birliğine tabidir ve hareketli gerilla birliği ile maddeleşen stratejik merkezi komutaya bağlıdırlar. Yeni gerilla cephelerinin açılmasında bu silahlı güçlerin eylemleri özel bir yere sahiptir ve kır gerillası dışındaki örgütlenmeyi gerçekleştirir. Halk Savaşı evresinde halk ordusunun bölgesel birliklerinin nüvesi bu güçlerdir.
Üçüncü tip silahlı güç
ise, ülkenin her yerinde (kır gerillasının operasyon alanı da dahil) gerilla eylemlerini sürdüren yerel ve mahalli silahlı güçlerdir. Bu güçler, basit, ama etkin şehir gerilla savaşı taktikleriyle savaşır ve gelecekteki milis ve yerel gerilla güçlerini oluşturur.
Bu silahlı güçler küçükten büyüğe, basitten karmaşığa doğru ilerleyen bir süreçte yaratılmaksızın halk savaşını yürütecek bir silahlı gücün (halk ordusunun) oluşturulması olanaksızdır. Diğer ifadeyle, halk savaşını yürütebilmek için, öncelikle halk silahlı güçlerinin adım adım oluşturulması gereklidir.

21 Ağustos 2007 Salı

halkların Kardeşliği Adına

Yeni bir dünya için kardeşler
Yeni bir dünya için bu kavga
Bu kan
Bu zulum

Yeni bir dünya için kardeşler
Yeni bir dünya için bu sabır
Bu kin
Bu sancı

Bu dağlarda vuruldu boyunduruk
Kınalı türkülerin boynuna
Halkların kardeşliği adına
Bu dağlarda deşildi gebe kadınların karnı
Bu dağlarda boğazlandı istiklal-i tam
Oysa namlular daha soğumamıştı

Ekmeğimiz yoktu
Mermimiz yoktu
Bin can ile
Bir umut ektiğimiz
Toprağımız yok.
Dağlar gibi yığıldı ölüler
Ve ayaklar altında namusumuz

Lanetlenmiş
Aç çoluk çocuk
Kadınlarımız, davarlarımız

Haldan bilmez
Geçit vermez kanlı zilan
Of off offf be

Tifüs ve kanser
Ve siyatik
Difteri
Kalp yetersizliği, ülser vesaire
Ve cümle illeti muzır haşeratın
Bir de açlık
Bir de zulum
Bir de zindanlar.

Issız bir uğultudur doğanın padişahı
Fideler cılız
Dağlarda umudun hazin sancısı
Toprağın bağrında tohum
Kan revan içindedir.
Ve kan revan içindedir türkülerimiz;

Kış günüdür güller açmaz
Dallarda bülbüller ötmez
Can arzular elim yetmez
Vahh lımın
Bırindarım
İçerden
İçerden yar içerden
Kes bağrım yar içerden
İşte namus
İntiharı düşünür kederinden
Ve bu boş tencerenin onulmaz kahrı
Utanır kendikendinden
Birebir vermeyen toprak
Karasaban
Yaşlı öküz.
Sebisübyan
Aç-susuz
Ne giden
Ne beklenen var
Ve dağlarda
Çırılçıplak eşkiyalar

Munzur Festivalinden izlenimler

image Bu yıl 7.’si düzenlenen Munzur Doğa ve Kültür Festivali çerçevesinde şehir merkezinde yapılan merkezi etkinliklerin yanı sıra ilçelerde de etkinlikler düzenlendi.
Bu yıl 7.’si düzenlenen Munzur Doğa ve Kültür Festivali çerçevesinde şehir merkezinde yapılan merkezi etkinliklerin yanı sıra ilçelerde de etkinlikler düzenlendi. 9 Ağustos günü engellemelerle başlayan Festival 12 Ağustos’a kadar devam etti.

Festivalin ilk günü Pertek ilçesinde etkinlikler yapıldı. Pertek’te festival gününden daha öncesinde yaşamını yitiren bir kişinin cenazesinin kaldırılması nedeniyle kimi etkinlikler iptal edildi. Akşam düzenlenen konserlere ise 3 bin Pertekli katıldı. Belediye garajında düzenlenen konsere Mahmut Aslan, Çetin Oraner, Pınar Sağ, Tolga Sağ, Yeninur Ada, Nurettin Rençber katıldı.

Festival nedeniyle polisin demokratik kitle örgütlerine yönelik baskıcı tavrı ise Pertek’te de sürdü. Stant açmak isteyen Dersim Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği ve Partizan üyeleri polis tarafından engellenmeye çalışıldı. Stant açmayı engelleyemeyen polis bu kez standa bulunan tüm kitapları dergileri sorgulatarak engellemeye çalıştı. Terörle Mücadele Şubesine bağlı polisler Dersim Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği üyelerine “Bize ne yapabilirsiniz, gidin şikayet edin” sözleriyle gözdağı vermeye çalıştılar.

Festivalin ikinci günü etkinliklerin olduğu ilçelerden bir diğeri ise Hozat’tı. Sabah ilçeye gelen kitleye belediye tarafından Su Deposu -aile çay bahçesinde kahvaltı verildi. Kahvaltı sonrası Grup Diyar, Sait Usta, Efendi Koç, Grup Hiwda’nın yer aldığı müzik dinletisi düzenlendi. Burada düzenlenen etkinliğe yaklaşık bin kişi katılırken akşam düzenlenen konsere yaklaşık 4 bin kişi katıldı. Varvara ekibi ve halkoyunları gösterileriyle başlayan konserde Pınar Sağ, Tolga Sağ, Arif Sağ, Nurettin Güleç, Abidin ve Mikail Arslan sahnede türkülerini seslendirdiler. Konserde yapılan konuşmalarda bir haftadan uzun süredir yanan Kinzir ormanlarının yakılması kınanarak duyarlılık çağrısında bulunuldu. Yine konser sırasında festivalde emeği geçen köy mahalle muhtarlarına, sanatçılara ve işadamlarına belediye başkanı tarafından plaket verildi.

Hozat’ta da stant açan Dersim Temel Haklar Derneği Hozat Temsilciği çalışanlarına tahammülsüzlük burada da sürdü. Polis ve Jitem tarafından yapılan tacizlerle insanların standa gelmeleri engellenmeye çalışıldı. Hozat Kinzir ormanlarında geçtiğimiz günlerde çıkan çatışma sonrasında orman askerler tarafından ateşe verilmişti. Ormanlar bir haftadan uzun süredir yanarken yangını söndürmek isteyen orman işçileri askerler tarafından güvenlik yok gerekçesiyle izin verilmedi. Yangının Aliboğazı mevkiine kadar yayıldığı öğrenildi. Aliboğazı çevresinde bulunan yaylacılarında askerler tarafından “siz onları besliyorsunuz, bize bilgi vermiyorsunuz” denilerek zorla yayladan indirildiği, Hozat ve Çemişgezek arasında bulunan köylerin de kaldığı alanda operasyonların olduğu öğrenildi.

Dans Gösterilerinden Film Gösterimlerine Kadar Yasaklamalar

7. Munzur Doğa ve Kültür Festivali’nin 3 günü olan 11 Ağustos Cumartesi günü yapılan etkinlikler kapsamında sabah saatlerinde ilk olarak ‘Mıgırdiç Margosyan’ ile söyleşi vardı. “Mıntzuri’nin İzinden” isimli söyleşi de Margosyan, Ermeni Edebiyatı’nın önemli isimlerinden biri olan Mıntzuri’nin köyünden çıkışından ve sonraki yıllarda ailesinin tecir döneminde toptan imha edilmesinden, yaşadıklarından bahsetti.

Öğleden sonra MKM Modern Dans Gösterimi grubu tarafından sergilenmesi planlanan Yasak (YasaQ) isimli Modern Dans Gösterimi ise yine emniyet tarafından iptal ettirildi. Dans gösterisi Halk Eğitim Merkezi’nde gösterimler için izin alınmadığı gerekçesiyle akşam saatlerine alındı. Ve yeri Munzur kenarı Mavi Köprü yanı olarak değiştirildi.

Türkiye’nin Geleceği, Siyasal Krizler ve Demokrasi isimli panelde ise, Temel Demirer (Yazar), Nedim Köroğlu (Siyasetçi) ve Seydi Fırat (Barış ve Demokratik Çözüm Grubu Üyesi) ülkede yaşanan durumu değerlendirdiler. Konuşmacılardan Temel Demirer’in ülkemizde yaşanan durumu değerlendirerek “Munzur dağlarındakinin gücüne inanıyorum” dediği panel yaklaşık 2 saat sürdü.

O gün gösterilmesi planlanan film ve belgesellerden yine yasaklı olanlar vardı.

Çayan Demirel tarafından hazırlanan 38 Dersim isimli belgesel yasaklanırken yerine ertesi gün gösterilmesi planlanan Iciar Bollain yönetmenliğini yaptığı “Gözlerimi de Al” isimli film konuldu. FOSEM tarafından hazırlanan Kuşatma isimli film de yine yasaklı filmler arasındaydı.

Akşam saatlerinde Munzur Sahnesi’nde (Mavi Köprü Yanı), Tara Jaff ve Ali Baran konserleri vardı. Stadyum’da ise Çar Newa, Aynur Doğan ve Ferhat Tunç yine on binlere seslendi.

Munzur İçin Basın Açıklaması

Cumartesi günü saat 18 00’de ayrıca Dersim’de bulunan devrimci yapılar tarafından bir basın açıklaması düzenlendi. “Baskılara, operasyonlara Munzur’da doğa katliamlarına sessiz kalmayalım” pankartının açıldığı basın açıklaması Haklar ve Özgürlükler Cephesi, ESP, Partizan, HKM ve TUDEF tarafından ortak olarak düzenlendi. Döviz ve flamalarında açıldığı basın açıklamasında yakılan ormanların askerler tarafından operasyonlar için yakıldığı ifade edildi. Ve biran önce yangınların söndürülmesi ve operasyonların durdurulması istendi. Yapılan açıklamada ayrıca ormanların kuruması için askerler tarafından çeşitli böceklerin bırakıldığı ve halka karşı uygulanan baskının da devam ettiği bildirildi. Sık sık Munzur’a sahip çıkılmasının istendiği ve “Operasyonlara Son “ çağrısının yapıldığı basın açıklamasına yaklaşık 150 kişi katıldı.


Munzur Festivali’nde Son Gün

7. Munzur Doğa ve Kültür Festivali’nin son günü olan 12 Ağustos’ta ilk olarak Munzur Yürüyüşü yapıldı. Yaklaşık 1000 kişinin katıldığı yürüyüş sırasında Munzur Diyor ki Türkiye Kyoto’yu imzala ve “Başka bir Enerji Mümkün Başka Munzur Yok.” “TUDEF Munzur’u Koruma Korulu” imzalı pankartlar taşındı. Belediye Binası önünde başlayan yürüyüş Kemerbel denilen yerde Munzur nehri kıyısında sona erdirildi.

Yürüyüş sırasında sık sık “Munzur Özgür akacak”, “Munzur’da baraj istemiyoruz” sloganları atan kitleye çevrede bulunan evlerden de alkışlarla destek verildi. Munzur nehri kıyısına gelindiğinde burada bir basın açıklaması yapan katılımcılar, Dersim’in doğal güzelliklerine sahip çıkılması çağrısı yaptılar. Pankartların nehrin içine taşınmasıyla yapılan açıklamanın ardından türküler de söylendi. Açıklamanın ardından ise Donkişot lakaplı Osman Akkuş kendi yazdığı bir metni okuyarak Munzur’un dilinden halka seslendi, sahip çıkın çağrısı yaptı. Yürüyüş yaklaşık 2 saat sürdü.

O gün yapılan etkinliklerden biri de, Kemal Vural Tarlan ve Hicri İzgören tarafından okunan şiirlerden oluşan şiir dinletisiydi.

Öğleden sonra ise Zonguldak’tan gelen bir Tiyatro grubunun Fahri Bozbaş yönetiminde sergilediği Madenkeş Aileler isimli oyun izleyiciler tarafından büyük beğeni topladı. Yine öğleden sonra yapılan etkinlikler kapsamında Dersim İnanç ve Kültür Tarihi isimli panel de vardı.

Stadyum’da verilen Kapanış Konseri’nde ise, Vardiya Müzik Grubu, Rojda ve Mikail Aslan

yer aldılar. Gecenin en coşkulu anları Mikail Aslan’ın sahneye çıkmasıyla yaşandı. Söylediği zazaca türkülerle binlere seslenen Aslan konuşmalarıyla da Dersim’in tarihine ve doğasına sahip çıkalım çağrısı yaptı. Festival Kapanış Konseri’nin ardından sona erdi.

Çeşitli atölye çalışmalarının da yapıldığı festival boyunca, fotoğraf ve Dersim tarihinin de anlatıldığı karikatür sergileri açıldı.

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Devrimde sınıfların mevzilenmesi - Mahir ÇAYAN

Ekonomik ve politik buhran hızla derinleşiyor. Hakim sınıflar kendi aralarında çeşitli fraksiyonlara bölünmüş, düzeni kendi resmi kanunlarıyla koruyamaz duruma gelmişlerdir. Bu yüzden, devrimciler üzerinde, karşı-devrim cephesinin baskı, şiddet ve cebri görülmedik bir derecede artmıştır. Temsili demokrasi hızla rafa kaldırılmaktadır. Artık sosyalist politikanın devrimci cesaretle sürdürülebileceği bir ülke haline gelmiştir Türkiye.
Gittikçe genişleyen ve toplumun her kesimini şimdiden sarsmaya başlayan bu kriz, solda, bütün revizyonist grupların, devrim kalpazanlarının niteliklerini ortaya koymaya başladı.
Bütün revizyonist klikler, değişik tonlarla açıkça, pasifizmin ve teslimiyetçiliğin borusunu öttürmeye başladılar. Pasifizmin bu ileri borazancıları, karşı-devrim cephesine karşı aktif mücadeleyi savunan, başlangıçta sadece kendi örgütlü gücümüzle bu krizi derinleştirmeyi amaçlayan bizlere saldırmada tek bir cephe teşkil ettiler. Ve namlularını görevleri gereği bize çevirdiler. Son iki-üç aydır hareketimiz bu oportünist cephenin utanmazca tahriflerine, şarlatanca yalanlarına; rezilce iftiralarına ve haince provokasyonlarına maruz kaldı. Bizi bu rezillik ne üzüyor, ne de kızdırıyor! Hiç bir şeyden şikayetçi değiliz. Oportünizmin herhangi bir kliği bize mültefit davransaydı, biz o zaman üzgün olurduk. Çünkü bu, bizim hareketimizde mutlaka eğri bir yanın, oportünist bir yanın varolması demektir. Ülkemizde kriz derinleştikçe bütün oportünist fraksiyonların pasifizmleri de kitlelerin gözünde iyice gün ışığına çıkmaktadır. Artık devrimci militanları şu ya da bu şekilde aldatmaya imkan yoktur. Artık devrimciliğin ölçüsü geçmişteki kahramanlık menkıbeleri değil, devrimci pratiktir. Savaş açıktır, savaşanlar da açıktır ve ortadadır. Ve savaşmaya azimli olanlar, aktif mücadeleye hazır olanlar ve bizzat savaşanlar devrim meydanında kalmıştır. Hayat revizyonistleri hızla tecrit etmektedir.
Bu yüzden revizyonistlerin bütün ithamlarına teker teker cevap vermeye ve uzun ideolojik polemiklere girmeye artık gerek yoktur.
Biz, ülkemizdeki devrimci harekete ilişkin bütün görüşlerimizi uzun bir broşürle ortaya koymaya karar verdik. (Bu broşürün ilk kısmı birkaç güne kadar çıkacaktır).
Bu broşürde kendi görüşlerimizi ortaya koyarken doğal olarak, ülkemizdeki oportünist fraksiyonların görüşlerinin eleştirisini de yaptık. Bu broşürün bütünün çıkması biraz zaman alacağından ve de bazı arkadaşların acele cevap verilmesindeki ısrarlarından dolayı, biz bu cephenin "teorik" [1*] eleştirilerine, kısa bir şekilde KURTULUŞ'ta cevap vermeye karar verdik. Bu yazıda Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi ve de Halk Savaşı'na ilişkin oportünist iddialar ele alınmıştır. Devrimde sınıfların mevzilenmesi konusu, bu revizyonist ve oportünist stratejilerin turnusoludur. Nasıl ki bazların ve asitlerin gerçek renklerini devrimde sınıfların mevzilenmesi ve önderliğin niteliğinin belirtilmesi meselesi ortaya koyar.
Devrime sınıf kuvvetlerinin katılma esprisi, yani sınıf kuvvetlerinin düzenlenmesi, devrimde önderliğin niteliğinin ve kitlelerin eyleme sokuluş biçiminin belirtilmesi, yerine göre silahlı ve barışçı bütün mücadele metotlarının kullanılacağını söyleyen, hatta "Halk Savaşı Temeldir" diyen bütün oportünistlerin, pasifistlerin ve uzlaşmacıların niteliğini ortaya koyan temel kriterdir. Devrimin çeşitli meselelerine ilişkin görüş ayrılıklarının temelinde bu mesele yatar. Bu mesele, dünyadaki bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin solu içerisindeki ideolojik ayrılıkların temel meselesidir.

İDEOLOJİK ÖNDERLİK ESASTIR


Bizim gibi halk savaşının zorunlu bir durak olduğu ülkelerin devrimci mücadelesinde köylüler temel güçtür, proleterya önder güçtür ve proleteryanın öncülüğünün niteliği ideolojiktir.
Bu Demokratik Halk Devriminde sınıfların mevzilenmesini çok açık ortaya koyan marksist bir formülasyondur. Bilindiği gibi, marksist sınıf tahlillerinde varılan sonuçlar daima bu şekilde kısa formüllerle ifade edilir. Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao... gibi bütün ustalar daima somutun tahlilinden elde ettikleri sonuçları soyut olarak formüle etmişlerdir.
Bu formülasyonlar, bilimsel soyutlamalar olduğu için kelime yorumuna tabi tutulamazlar. Çünkü bu formülasyonlar nitelik belirleyicileridir. Bir başka deyişle, marksist formüller, belli bir tahlilin birkaç kelime ile soyutlanmalarıdır. Ve bu birkaç kelimelik soyutlama, bütün bir stratejik görüşü ifade eder. Mesela, "proleterya temel güçtür, köylülük yedek güçtür" formülünün ifade ettiği, devrimde sınıfların mevzilenmesi ve güdümü, devrimci çalışma tarzı ve örgüt anlayışı başkadır; "proleterya önder güçtür, köylüler temel güçtür" formülünün ifade ettiği başkadır. Her iki formül, devrimde takip edilecek olan apayrı iki yolun teorik ifadesidir.
Bu bakımdan marksizmde bu çeşit formülasyonlar dar kalıplar içinde kelime kelime yorumlanamaz.
Ancak en geri zekalılar ve marksizmin "M"sinden habersiz kişiler yahut da kendi oportünizmlerini kelime oyunlarıyla örtmeye çalışan politika hokkabazları, madrabazları, marksist formülasyonları dar kalıplar içinde (kelime kelime) yorumlarlar.
Bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra gelelim çeşitli oportünist fraksiyonların bize yönelttikleri çeşitli ithamlara.
Aydınlık Sosyalist Dergi'ye göre; "proleterya önder güçtür, köylüler temel güçtür, proleteryanın önderliğinin niteliği ideolojiktir" şeklindeki bizim devrimde sınıfların mevzilenmesine ilişkin görüşümüz yanlıştır, leninist stratejiye aykırıdır. Meseleyi bu şekilde formüle etmek, proletaryasız proleteryanın ideolojisini öncü kabul eden köylülerle devrim yapmak demektir. İdeolojik öncülüğü savunmak, Narodnik Popülizmini savunmaktır. Doğrusu proleterya ve yoksul köylülük temel güçtür. Proleteryanın öncülüğü ideolojik değil, fiilidir... (Etraflı bilgi için bakınız, Örgüt İçin Görev Başına, ASD, s: 27).
Bizim devrimde sınıfların mevzilenmesine ilişkin formülasyonumuzu bu şekilde yorumlayan, bu yazının yazarının, yukarıda belirttiğimiz kategorilerden hangisine gireceğini okuyucu hemen düşünecektir.
Bu marksist formülasyonu, bu şekilde akıl almaz tarzda, kelime kelime tefsir eden yazar, acaba marksizmden habersiz, doktora tezi olarak bu konuyu seçmiş olan toy bir üniversite asistanı mıdır, yoksa kafasından tek akım geçen bir geri zekalı mıdır?
Ne biri ne de öteki. Bu yazıyı yazan kişi, meselenin bu şekilde yorumlanamayacağını çok iyi bilen, tilki gibi kurnaz, sosyalizmin bir eski tüfeğidir.
O yazıdan bu sonucun çıkartılamayacağını çok iyi bilmesine rağmen, o bu işi yapmıştır. Foyası artık iyice ortaya çıkan, revizyonizmini ve kuyrukçu çizgisini saklayamayacak kadar deşifre olan bu revizyonist, birkaç taraftar bulabilirim ümidiyle denize düşenin yılana sarılması gibi bu aptalca tahrife dört elle sarılmıştır.
Önce, "milli burjuvazinin solundaki güçler devrimde öncü olabilir, işçi sınıfının öncülüğünü mutlak bir gerçek olarak görmek yanlıştır, ,işçi sınıfı olmadan da devrim olabilir" diyen bu kişi, haklı eleştirilere hedef olunca, özeleştirisini yapacağı yerde "biz milli burjuvazinin solundaki güçler öncü olabilir derken işçilerin ve yoksul köylülerin öncülüğünü kastetmiştik" diye kıvırtarak, proleterya ile birlikte yoksul köylülerin de öncülüğünü savunur gözükmeye başlamıştır. Hayatın cilvesine bakın ki bugün bu kişi, bizi Narodnik Popülizmi ile suçlamaktadır! Daha düne kadar 'Filipin demokrasiciliğinde proleterya partisi kurulamaz' diyen yine bu kişi bugün, sosyalist parti her şart altında kurulur diyen bizleri utanmadan proleterya partisine karşı olmakla suçlamaktadır.
Ve bugün, proleterya hem temel güçtür hem de önder güçtür diyen bu kişi (tabi koltuk altındakiler de) derginin, Aydınlık imzalı bir başka yazısında, proleteryanın partisinin mevcut olmadığı bu dönemde, "Faşizmi Yenecek Güçteyiz" diyerek egemen sınıfların militarize gücünün aracılığıyla kurulması mümkün olan reformist burjuvazinin iktidarının Milli Demokratik Devrim programını uygulamasından dem vurmaktadır!
Bu kişinin temsil ettiği akım, ne söylediği belli olmayan (aslında belli olan) günlük olaylara göre politika tespiti yapan küçük-burjuva pragmatizminin bataklığında kulaç atan, zavallı bir politik akım haline gelmiştir.
Bu akımın bizi, proletarya adına proletaryasız devrim istemekle, (hele "sosyalizm yoksul köylülerin de ideolojisidir" diyenlerin) Narodnik Popülizmini savunmakla suçlaması, son derece gayri ciddi ve komiktir!
Ama biz her şeye rağmen bu "teorik" eleştiriye cevap verelim. Mao Tse Tung'un yazılarına dikkatle bakılınca görülecektir ki, bazı yazılarda "proletarya önder güçtür, köylüler temel güçtür", bazılarında ise "proletarya, köylüler ve şehir küçük-burjuvazisi temel güçlerdir, itici güçlerdir" denilmektedir. Mao Tse Tung'un halefi Lin Piao'ya göre "köylüler devrimin temel gücüdür". Acaba, Lin Piao ve birinci ifadesinde Mao, proletarya ve şehir küçük-burjuvazisini ihmal mi ediyor?
Aynı duruma, birinci ve ikinci Rus Demokratik Halk Devrimini formüle eden Stalin ve Lenin'in yazılarında da rastlamaktayız.
Lenin, İki Taktik'in sadece 58. sayfasında, (Türkçe 2. baskı) devrimin temel güçleri arasında işçileri, köylüleri ve şehir küçük-burjuvazisini saymaktadır. Ve bütün kitap boyunca sadece temel güç olarak proletaryadan bahsetmektedir. Keza Stalin yazılarında, demokratik halk devriminde temel güç olarak yalnız proletaryadan söz etmektedir.
Acaba Lenin, İki Taktik'de köylülüğü ve şehir küçük-burjuvasını devrimin temel güçleri arasında yanlışlıkla mı saydı? Bu bir kalem sürçmesi midir? Stalin'in devrimin temel gücü olarak yalnız proletaryadan söz etmesi, Lenin'in o ifadesine ters düşmüyor mu?
İşte, bilimsel sosyalizmin formülasyonlarını Aydınlık Sosyalist Dergi'nin yaptığı gibi kelime yorumuna tabi tutma, kişiyi böyle saçma sapan, içinden çıkılmaz sonuçlara götürür.
Oysa, ne Lin Piao ile Mao ve Mao'nun kendi yazıları arasında ne de Stalin ile Lenin ve Lenin'in kendi yazıları arasında bu çelişki ve tutarsızlık vardır. Tersine, tam bir ayniyet ve uygunluk vardır.
Bilindiği gibi, Mao'nun ve Lenin'in birbirinden farklı olan bu formülasyonları, demokratik halk devriminde sınıfların mevzilenmesine ilişkindir. Her iki formül de, demokratik halk devriminde değişik sınıflar tertibini öngörmektedir. Bu farklılık, somut durumların farklı olmasından dolayıdır. Lenin ve Stalin'in formülasyonu, emperyalizmin işgali altında olmayan, halk savaşının zorunlu bir durak olmadığı bir ülkedeki demokratik halk devrimini esas almaktadır. Mao ve Lin Piao'nun formülasyonu ise, emperyalizmin işgali altında olan, devrim için halk savaşının zorunlu olduğu bir ülkenin demokratik halk devrimini esas almaktadır.
Demokratik halk devrimi, adı üstünde bütün halkın devrimidir. Bu aşamada halk ise, proletarya, köylüler ve şehir küçük-burjuvazisidir. Halk devriminin temel güçlerini bu sınıflar teşkil ederler. Lenin ve Stalin'in formülasyonunda, temel güç olarak sadece proletaryadan söz edilmesinin nedeni, devrimde sınıf katılması olarak, kitle gücü olarak proletaryanın en aktif ve en enerjik rolü almasından dolayıdır.
Lenin ve Stalin'e göre, Çarlık, büyük şehirlerdeki halkın ayaklanması sonucu devrilecektir. Şehirlerdeki genel ayaklanmanın sonucu iktidar ele geçirilecek ve devrim, yukardan aşağıya, şehirlerden kırlara götürülecektir.
Büyük şehirlerde ise temel devrimci güç proletaryadır. Ve şehirlerden kırlara doğru bir rota izleyecek olan böyle bir devrimin ordusunda da, (Kızıl Ordu'da) kurmayında da (proletarya partisinde de) proleterlerin salt çoğunlukta olmaları zorunludur. Böyle bir durumda, proletarya partisi, sadece ideolojik ve politik bakımdan değil fiziki bakımdan da proletaryanın öncü müfrezesidir. Proletarya bu devrimin hem temel gücüdür, hem de önder gücüdür. Bir başka deyişle, bu devrimde temel savaş alanı şehirler olduğu için, devrimin temel kitle gücü de proletarya olmaktadır.
Ama emperyalizmin işgali altında olan dolayısıyla devrim için kurtuluş savaşının (Halk Savaşının) zorunlu bir durak olduğu ülkelerin Demokratik Halk Devrimi'nde sınıfların mevzilenmesi bu şekilde değildir.
Ülke işgal altındadır. (Açık veya gizli). Ve yönetim büyük şehirlerdeki bürokrasisi ve militarizmine dayanarak ayakta duran, işgalci düşmanın da içinde yer aldığı bir gerici ittifakın elindedir. Böyle ülkelerde devrim yapılabilmesi için, herşeyden önce, bir kurtuluş savaşının (halk savaşının)verilmesi şarttır. İşte bu yüzden, yani halk savaşının zorunlu bir durak olmasından dolayı, bu ülkelerin Demokratik Halk Devriminde sınıf mevzilenmesi değişiktir. Emperyalizme arkasını dayamış olan karşı-devrim cephesi, proletaryanın yoğun bulunduğu, büyük şehirlere ve kilit bölgelere güçlerinin büyüğünü yığmış ve çok sıkı bir denetim kurmuştur. Bu hain yönetimin yumuşak karnı kırlardır. Dünyadaki bütün kurtuluş savaşlarının (halk savaşlarının) pratiği, bize şunu söylemektedir; zafere kırlardan şehirlere doğru bir rota izleyen, çeşitli ara aşamalardan geçen halkın örgütlü savaşı ile varılabilir.
Temel alan olan kırlardaki halk kitlesi ise köylülerdir. [2*] Bu yüzden halk savaşının zorunlu bir durak olduğu Demokratik Halk Devrimlerinde sınıf katılması olarak temel rolü işçiler değil köylüler oynayacaktır. Yani devrimin temel kitle gücü işçiler değil köylülerdir.
Meselenin bu şekilde ortaya konulması, şehirlerdeki mücadelenin küçümsenmesi anlamında yorumlanmamalıdır. Tam tersine, şehirlerdeki mücadele, düşmanın çok güçlü olduğu bir alanda sürdürüleceği için çok daha zor şartlar altında yürütülecektir. Tedhiş hareketinden, demokratik kitle hareketlerine kadar her çeşit mücadele metodu, şehirlerdeki devrimci savaşın gündeminde yer alacaktır. Bu alandaki savaşta proletarya, en enerjik ve aktif rolü oynayacaktır. Fakat temel savaş alanı kırlar olduğu için işçilerin sınıf katılması olarak devrimde rolü, köylülere nazaran nispidir.
Proletaryanın partisi eğer emperyalizme karşı yürütülecek olan bu kurtuluş savaşının önderi olmak istiyorsa, bizzat temel savaş meydanında bütün gücüyle yer almak zorundadır. Mesela Cezayir Kurtuluş Savaşı'nda proletarya partisi şehirleri temel aldığı için önderliği ele geçirememiştir. Temel mücadele alanının kırlar olduğu Kurtuluş Savaşında, vurucu gücün (Halk Ordusunun) köylülerden oluşması son derece doğaldır. Ve bu ordunun kurmayı olan örgütte ise, [proletaryanın siyasi kitle partisinde nicelik olarak proleterler değil de, köylülerin ağır basması kaçınılmaz bir durumdur. Bundan dolayı bu tip ülkelerin proleter siyasi kitle partisi, şehirlerin temel alındığı, sovyetik ayaklanmayla devrimin zafere ulaşacağı ülkelerin proletarya partilerindeki gibi, aynı zamanda proletaryanın fiziki öncü müfrezesi değildir. Bu ülkelerdeki proleter siyasi kitle partileri, ideolojik ve politik kuruluşlardır. Bu ülkelerdeki halk savaşını, proleter siyasi kitle partisi, (savaş örgütü) proletaryanın ideolojik ve politik bir kuruluşu olarak yönlendirirse, devrim zafere erişebilir. İşte bizim kastettiğimiz ideolojik öncülük budur.
İdeolojik öncülük, proletarya partisinde fakir köylülerin sayıca ağır basması ve bu partinin proletaryanın öncü müfrezesi olarak, halk savaşını yönlendirmesidir.
Emperyalizmi yenerek, devrim yapmış olan dünyadaki bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin pratiği, proletaryanın devrimde öncülüğünün ideolojik öncülük olduğunu ortaya koymaktadır.
Bütün halk savaşına yan çizen, kendi öz gücünün dışında, başka güçlere bel bağlayan oportünist fraksiyonlar, daima devrim işini yokuşa sürmek ve "sol" bir görünüm altında sağ kuyrukçu politikalarını gizlemek için sovyetik devrimdeki sınıflar kombinezonuna uygun olarak, proletaryanın fiili önderliğini savunurlar. Bunlar genellikle militanların nazarında prestijlerinin düşeceğini düşünerek halk savaşına açıkça karşı çıkmazlar.
Devrimde halk savaşının zorunlu bir durak olmasından doğan sınıf mevzilenmesine sözüm ona proletarya adına karşı çıkarak "proletaryasız devrimci mücadele öngörülüyor, bu narodnik popülizmidir", vs. gibi "sol" eleştirilerle zevahiri kurtarmaya çalışıyorlar.
Fiili öncülük esas alındığı zaman, emperyalizmin işgalinin varlığından ve karşı-devrim cephesinin şehirlerdeki sıkı denetiminden dolayı, devrim yapmak için proletaryanın objektif ve subjektif şartları bir türlü olgunlaşamaz. Emperyalizmin işgali altında olan bir ülkede, kurtuluş savaşı (halk savaşı) verilmeden devrim olamayacağından kurtuluş savaşına yan çizenler devrime de yan çizerler.
Böylece bu kurnaz menşevik "solculuğu" ile devrim, emperyalizmin bir sistem olarak toptan çöküşüne kadar, mahşere kadar ertelenmiş olur. O zamana kadar (belirsiz bir zamana kadar) bu revizyonist fraksiyonlar, reformist burjuvazinin koltuğu altında, keskin "solcu" ninnilerle emekçi kitleleri uyutmaya çalışırlar.
Görüldüğü gibi Mihrici Aydınlık'ın bu menşevik solculuğu zorunlu olarak revizyonizm ve sınıflararası işbirliğini oluşturmaktadır.
Bu durum sadece Mihrici Aydınlık'a özgü değildir. İşçi sınıfının ideolojik öncülüğü mü, yoksa, ideolojik, politik, örgütsel öncülüğü mü diye saçma sapan sahte bir ikilemle, ideolojik öncülüğe karşı çıkan Mao'cu kalpazanlar da, fiili öncülüğü savunan TİP de, Kıvılcımlı'cı Sosyalist Gazete de aynı menşevik solculuğun değişik şekillerini) savunmaktadırlar.
Görüldüğü gibi, revizyonist Mihrici Aydınlık, görünüşte PDA kalpazanlarına yöneltilmiş, aslında ise bütün revizyonistleri hedef alan (Aydınlık'ın 20. sayısında çıkan) "Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine" adlı yazıyı, yedi aylık bir yutkunmadan sonra, reddederek özeleştiri yapıyor. Ve PDA kalpazanlarının cevap veremedikleri ve dergilerinin kıyılarına, köşelerine yerleştirdikleri o sözde özeleştiriyle, görünüşte kabul ettikleri ithamlara [3*] revizyonizm adına kendisi cevap vermeye çalışıyor.
Eksik olmasın ASD bu son teşebbüsü ile bizim işimizi iyice kolaylaştırdı. Böylece Aydınlık Sosyalist Dergi'nin yazı ailesi, dergilerindeki revizyonizme karşı olan yazıların dergilerinin politikasına aykırı olduğunu söyleyip özeleştiri yaparak, revizyonizmini kendi kendine açıkça ilan ediyor.
Biz de, ASD yazı ailesini, revizyonizm yolundaki bu açık ve cesur tavırlarından dolayı kutlarız. Yolunuz açık olsun beyler! Neyse ki ellerimizi sizden kurtardık, hamdolsun!
Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde kümelenirler! İşte siyamlı ikiz kardeşler ASD ve PDA aynı bataklıkta kulaç atıyor!

KÖYLÜLERİN DEVRİMDE TEMEL GÜCÜ TEŞKİL ETMESİ, DEVRİMCİ SAVAŞTA
KIRLARIN TEMEL ALAN OLMASINDAN DOLAYIDIR


Demokratik devrimde sınıfların mevzilenmesine ilişkin bir başka oportünist tahrifat, PDA pasifizminin yaptığıdır. Bu sahtekar "Mao" culara göre, köylülerin devrimde temel güç olmasının nedeni, devrimde halk savaşının zorunlu bir durak olmasından dolayı değil de, geniş köylü yığınlarının feodal ve yarı-feodal ilişkiler içinde olmasından dolayıdır! "Bir devrimin temel gücünü, o ülkenin toplumsal yapısı tayin eder.... yurdumuzda devrimin temel gücü köylülüktür. Bu aynı zamanda devrimimizin demokratik devrim olması demektir. (...) Geniş köylü yığınlarının esas itibariyle yarı-feodal ilişkiler içinde olması, köylülüğün devrimimizde temel gücü meydana getirmesi demektir." (PDA, sayı 26, s. 3, 108, ayrıca bkz. sayı 29, s. 3).
Görüldüğü gibi, PDA kalpazanları, bizim gibi emperyalizmin işgalinde olan ülkelerin demokratik halk devriminde köylülerin temel güç olmasını, devrimin sınıfsal karakterine bağlıyorlar.
Bu "mantıki" ve "kitaba uygun" bir görüştür. Ama tıpkı, Menşeviklerin burjuva devrimini değerlendirmelerindeki gibi "mantıki" ve "kitaba uygun" bir görüştür. PDA kalpazanlarının mantığı, devrimin sınıfsal niteliği ile sınıfların fiili yolu arasında ayniyet arayan menşevik mantığıdır. Bu kalpazan mantığa göre, geniş köylü yığınlarının feodal ilişkiler içinde olduğu Çarlık Rusya'sındaki demokratik halk devriminde temel gücü proletarya değil de, köylülerin teşkil etmesi gerekmektedir. Ve meseleyi "proletarya temel güçtür, köylülük yedek güçtür" şeklinde formüle eden Lenin ve Stalin hata etmişlerdir (!). Lenin ve Stalin'in bu formülasyonu yanlıştır(!).
İşte PDA kalpazanlarının "temel güç" tahlilinin mantıkiliği budur. Başta, işçi sınıfı hem temel güçtür, hem de öncü güçtür diyen bu kalpazanlar, eleştirilerimiz üzerine, dergi sayfalarında bu hatalarını düzelttiler. Fakat bu formüle edişin revizyonist çizgisini pratikte sürdürdüler, hala da sürdürmektedirler. Meselenin özünü anlamadıkları için (devrim için savaşmaya niyetleri olmadığından) bir hatayı düzelteyim derken bir başka yerden gedik veriyorlar.
Köylülerin demokratik halk devriminde temel güç olmasının nedeni bu şekilde ortaya konamaz. Köylülerin temel güç olarak formüle edilmesi sadece devrimin anti-feodal niteliğinden dolayı değildir. Meseleyi bu şekilde ortaya koymak, dünyayı menşevizmin düz mantığı ile yorumlamak demektir.
Bugün, Türkiye gibi emperyalizmin işgali altındaki bütün yarı-sömürge ülkelerde, emekçi halkın sefaleti, hayat şartlarının zorluğu ve sömürülmesi korkunç bir seviyededir. Halkın hiçbir kesimi halinden memnun değildir ve her an patlamaya hazır bir volkan gibidir. Devrim için objektif şartlar hazırdır. Fakat ülke işgal altında olduğu için, devrim için emperyalizme karşı halk savaşı vermek zorunludur. Bu zalim yönetimin yumuşak karnı kırlardır. Bu gerici ve hain yönetim zincirinin zayıf halkası kırlardır. Zafere, temel ve yardımcı alanlarda, kırlarda ve şehirlerde verilecek olan uzun ve çeşitli ara evrelerden geçen bir halk savaşı ile ulaşılabilir. Halk savaşı bir avuç öncünün savaşı değil emekçi halkın savaşıdır. Halk savaşında temel mücadele alanı kırlar olduğu için, köylüler de savaşın temel gücüdür.
Marx, Engels, Lenin ve Stalin demokratik halk devrimine, tarım devrimi de demektedirler. Çünkü bu devrim, geniş köylü yığınlarını feodal boyunduruktan kurtaracak ve derebeylik yönetimine son verecektir. Marksist ustalardan sadece Mao bu devrime (tarım devrimi kavramından ayrı olarak) köylü devrimi demektedir. Mao'nun bu devrimi bu şekilde adlandırmasının nedeni, devrimin sadece tarım devrimi olmasından dolayı değildir; ana nedeni, temel mücadele alanının kırlar olmasından dolayı devrimin temel kitle gücünü köylülerin teşkil etmesidir.
Özetlersek, bu devrimde köylülerin temel gücü teşkil etmesinin ana nedeni, devrimin tarım devrimi olması değil de, kırların temel savaş alanı olmasıdır. Bir başka deyişle, emperyalizmin işgali altındaki ülkelerin demokratik devrimlerinde halk savaşının zorunlu bir durak olmasından dolayı köylüler temel güçtür!

ASKERİ YAN, İDEOLOJİK VE POLİTİK YANDAN
AYRI OLARAK ELE ALINAMAZ


Savaş, politikanın silahla sürdürülmesidir. Her değişik askeri strateji ve taktik, değişik ideoloji ve politikanın bir ifadesidir. Mesela, emperyalizmin işgali altındaki ülkelerde devrimin zaferi için kırlardan şehirlere doğru bir askeri stratejiyi öneren görüşün ideolojik ve politik çizgisi ayrıdır, şehirlerden kırlara doğru bir stratejiyi öneren görüşün ideolojik ve politik çizgisi ayrıdır. Birincinin ideolojik ve politik çizgisi proleter devrimci bir çizgidir. İkincisinin ki ise oportünist bir çizgidir.
Askeri yan hiçbir zaman ideolojik ve politik yandan ayrılamaz. Bütün oportünistler bu ayrılmaz iki yanı daima birbirinden ayırırlar. Bunun en somut örneği ülkemizdeki çeşitli oportünist fraksiyonların tahlilleridir.
PDA kalpazanlarına göre, "karşı-devrim cephesinin en zayıf olduğu alan kırlardır. Temel savaş alanı kırlar olduğu için, temel güç köylülerdir", demek, devrimde sınıfların mevzilenmesi tahlili, askeri bir zorunluluk gibi bir taktik meseleye bağlandığı için yanlıştır (Bkz. PDA, sayı: 29, s: 3).
Aynı temel görüşü, başka ifadelerle Mihrici Aydınlık da savunmaktadır. Mihrici Aydınlık'a göre, kırların veya şehirlerin temel alınması tamamen bir askeri meseledir. Askeri bir mesele olduğu için, bunun devrimde sosyal sınıfların mevzilenmesi gibi ideolojik ve politik bir konuda rolü yoktur (Bkz. ASD, sayı: 27, s: 209).
Ve bu koroya "Yeter Be" yazısı ile Kıvılcımlı Sosyalist Gazete de katılmaktadır (Bkz. Sosyalist Gazete, sayı 9-16).
Görüldüğü gibi, ilk bakışta birbirinden tamamen ayrı olan, birbirinin can düşmanı gibi gözüken, bu üç fraksiyon, bu temel meselede birleşmektedir. Bu mesele de, şu ya da bu sıradan bir mesele değil, devrim teorisinin temel meselesidir.
Bu üç fraksiyona göre, meselenin askeri yanı ile ideolojik ve politik yanı ayrıdır. Leninist devrim teorisi ve bu teoride sınıfların konumu, ideolojik ve politik bir meseledir; bunu askeri bir meseleye bağlamak yanlıştır. İdeolojik ve politik mesele ile askeri mesele ayrıdır.
İşte Türkiye'deki oportünizmin üç ayrı çehresi [4*] (tabii TİP'li hainler herkesçe malumdur). Bu görüşler, özde gerilla savaşına karşı olan, programlarında ise "bütün mücadele metodlarına yerine göre başvurulur, hatta kırlar temeldir, ama önce şehirlerde proletaryayı örgütleyelim..." diye yazan Latin Amerikanın herhangi bir ülkesinde, üç dört tane birden "parti" örgütlenmesi içinde olan, revizyonist ve oportünist fraksiyonların görüşlerinin aynısıdır.
Bu görüşler sakat ve anti-marksist görüşlerdir. Meseleyi bu şekilde koymak, halk savaşından hiçbir şey anlamamaktır. Halk savaşı politikleşmiş bir askeri savaştır. Yani sosyalistlerin halk savaşındaki temel mücadele metotları askeri savaş metodudur. Bu savaş klasik savaş metoduyla değil, politikleşmiş askeri savaş metoduyla yürütülür. Bu savaşta, bütün demokratik ve ekonomik amaçlı hareketler, kitle gösterileri, vs. bu politikleşmiş askeri mücadeleye tabidir. Çalışma tarzında, devrimcileri revizyonist ve oportünistlerden ayıran temel kriter budur.
Emperyalizmin işgalinin varlığı bizzat karşı tarafın zora başvurması demektir. Karşı taraf zora başvurduğu için, devrimci temel politika, askeri mücadeleyi esas alır. [5*] Sınıfların eyleme sokuluşu ve mücadele alanlarının seçilişi bu politikanın ışığı altında olur.
Emperyalizmin işgali altındaki ülkelerdeki bütün revizyonist ve oportünist fraksiyonlara göre silahlı savaş teknik bir meseledir; taktik bir meseledir. Esas olan yığınların bilinçlendirilmesi ve silahlı savaş için sosyal ve psikolojik şartların hazırlanması ve yaratılmasıdır. Oysa silahlı mücadelenin objektif şartları, emperyalizmin işgalinden dolayı her dönemde vardır.
Silahlı mücadele için objektif şartların var olduğu durumlarda, yığınları bilinçlendirme ve örgütlendirme ile silahlı savaşı bu şekilde ayırmak her çeşit oportünizmin ve pasifizmin evrensel karakteridir. Mesela, 1905 ayaklanması arifesinde Rusya'daki Legal Marksizm'in sözcüsü olan Struve diyor ki: "Silahlı ayaklanma sonuçta bir teknik meseleden başka bir şey değildir. Yığınların bilinçlendirilmesi ve psikolojik şartların hazırlanması en önemli ve acil olanıdır." (Lenin, İki Taktik, s. 81).
İşte ülkemizdeki bu üç oportünist fraksiyonun temel görüşü bu formüle edişin şu veya bu şeklinden başka birşey değildir. Bir başka deyişle Struve mantığının, şu veya bu biçimde derinleştirilmesidir. "Emperyalizme en öldürücü darbeler, dünyanın kırlık bölgelerinde vurulmaktadır. Emperyalist zincirin en zayıf halkaları dünyanın kırlarıdır. Bu yüzden dünyanın baş çelişkisi köylü halkları ile emperyalizm arasındadır" şeklindeki çağdaş baş çelişkinin leninist tespiti yanlıştır. Çünkü bu tespit askeri zorunluluk gibi bir taktik meseleye dayandırılmaktadır.
İşte bu üç fraksiyonun meseleye yukarıdan bakan, çok bilmiş tahlillerinin vardığı sonuç budur!
Genellikle bizim gibi ülkelerde pasifist gruplar "biz halk savaşına karşıyız" diye ortaya çıkmazlar (TİP'li hainler hariç).
Görünüşte herkes halk savaşını savunur. Maksat birdir, ama rivayetler muhteliftir. Bu rivayetlerin biraz üzerinde durulunca görülür ki maksat da bir değildir. Pasifizmin esas niyeti teslimiyetçiliktir; savaşmamaktır. Onların savunduğu, marksist terminoloji ile allanıp pullanmış, yaldızlanmış bir teslimiyetçilikten başka birşey değildir. Bunu kimisi "proletarya temel güçtür", kimisi "Proletarya ve yoksul köylüler temel güçtür", bazısı da "köylüler temel güçtür" diyerek yapar.
Bu yüzden "Castrist", "Guevarist" veya 'Marksist" ayrımları temelde hiçbir şeyi ifade etmeyen suni ayrımlardır. Bunun en iyi ve en somut örneğini ülkemizde görmekteyiz. Halk savaşını ağzından hiç düşürmeyen ve revizyonizme karşı korkunç (!) bir kampanya açmış olan "Mao"cu kalpazanlarımız, revizyonizmle itham ettikleri öteki gruplarla temelde aynı tahlili yapmaktadırlar.
Pratikte hedef şaşırtmaktan başka bir iş yapmayan bu kalpazanların anlayışına göre halk savaşı, köylülerin savaşıdır. Savaşacak olan fukara köylülerdir. Onların görevi ise, savaşmak değil, köylüler arasında Mao Tse Tung düşüncesini yaymaktır. ["Gerilla savaşında küçük burjuva aydın kadroların görevi nedir? Onların görevi kırlık alanlara giderek, köylü kitleleri arasında Mao Zedung düşüncesini yaymaktır." (PDA, sayı 25, s. 40)]
Bunların "silahlanın, ayaklanın..." gibi çığırtkanlıklarının nedeni, bu ifadeden sonra iyice anlaşılıyor. Nasıl olsa, silahlanacak ve savaşacak olan kendileri değildir, savaşacak olan fukara köylülerdir! Çünkü halk savaşı fukara köylünün savaşıdır, küçük-burjuva aydınının değil! Bu küçük-burjuva aydınlarının görevi köylülere sosyalizmi ulaştırmaktır. Ve bir küçük-burjuva aydın kadrosu olarak PDA kadrosu da Anadolu'ya yolladıkları PDA dergisi ve İşçi-Köylü gazetesiyle bu görevlerini (sosyalizmi yayma görevlerini) layıkıyla yapıyorlar (!). Ve silahlı savaş dönemi başladığı zaman artık bunların görevi de bitecektir. Artık köylüler, kendi savaşlarını kendileri sürdüreceklerdir. Bunu düşünen bu Campus "Mao"istleri, bu yüzden üç dilden dergi çıkarmaya başlıyorlar. Çünkü burada savaş başlayınca, Türkiye'de görevleri kalmayacağına göre yurt dışında eylem sürdürmenin şimdiden hazırlığını yapmak gerek!
İşte PDA oportünizminin niteliği budur.
Küçük-burjuva kökenli olmak ayrıdır, küçük-burjuva aydını olmak ayrıdır. Mesela, Che Guevara, Fidel Castro küçük-burjuva kökenlidirler, ama küçük-burjuva aydını değillerdir. Onlar, sapına kadar proleter devrimcisidirler!
Profesyonel devrimci, ister köy küçük-burjuvazisinden gelsin, isterse de şehir küçük-burjuvazisinden, o proletaryanın devrimcisidir. Eğer o, gerçekten profesyonel devrimci olmuşsa, geldiği sınıfla bütün bağlarını koparmıştır. O, artık ne köylüdür, ne aydındır; o, bir proleter devrimcisidir. Görevi sadece bilinç götürmek değil, bizzat fiili olarak savaşmaktır. O, ölene kadar savaşacaktır ve savaşa savaşa proletaryanın partisinde proleterleşecektir.
Bütün ideolojik ayrılıkların temeli PDA oportünistlerinin dediği gibi, devrim isteyip istememeye değil, (çünkü sosyalist geçinen herkesin subjektif niyeti genellikle devrimin olması doğrultusundadır) devrim yapmak için yola çıkmaya, savaşmaya cesaret edip edememeye dayanır. İşte bu yüzden, "devrim için savaşmayana sosyalist denemez."

KURTULUŞ
Sayı: 1, 15 Mart 1971




Dipnotlar

(1*) Bu eleştirilerde ele alacaklarımız sadece "teorik" ithamlar olacaktır. Yalana, riyaya, tahrife dayananlar ise eleştiri konusu bile olamaz. Mesela Mihrici Aydınlık'a göre, biz, "Proletarya partisi şehirde değil kırda kurulur" diyormuşuz. Ve buna kaynak olarak da Mahir Çayan arkadaşımızın Aydınlık'ın 20. sayısında yazmış olduğu "Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine" başlıklı yazı gösterilmektedir. Böyle bir şey o yazıda yoktur. Bu, iğrenç bir tahrifattan başka bir şey değildir Fakat bu derginin bu akıl almaz tahrifi, bizi fazla şaşırtmadı. Bizi asıl şaşırtan, eleştiri konusu olan yazıyla, yedi-sekiz ay önce tamamen hemfikir olan bazı arkadaşların bugün sözde o yazıyı eleştiren Mihri Belli'nin, riyaya, yalana dayanan yazısını kabullenerek Aydınlık imzasıyla yayınlamalarıdır. Bu da devrim hareketine gerçekten yararlı olabilecek nitelikte olan bu arkadaşların artık iyice oportünizmin batağına girdiklerini göstermektedir. Bu durumdan, bu arkadaşlarımız adına biz sadece üzüntü duyuyoruz. Çünkü Aydınlık imzasıyla o yazıyı yazan kişi, tahrifçilikte ve yalancılıkta kariyer yapmış bir kişidir. Lenin'in Jaures'in yazılarını tahrif eden, kendine göre düzelten bir kişinin bizim yazımızı da kendince düzeltmesi (!) son derece doğaldır.
Buna oportünizmin daha bir çok şarlatanlığını ilave etmek mümkündür. Oportünizm kocaman bir yalan, riya ve tahrif makinasıdır. Bu makinanın mamullerinin hepsini ciddiye alarak uğraşmaya, ne zaman vardır, ne de gerek!
(2*) Bilindiği gibi, biz ilk dönemde, kısa bir süre için, taktik bir mesele olarak şehirleri temel aldık. Bunu PDA kalpazanları revizyonizm diye nitelediler: "Devrimci mücadele saksı çiçeği değildir ki, onu ilk önce şehirlerde büyütüp daha sonra kırlara götüresin" (PDA, sayı 29, s. 3).Neden kısa bir süre için ilk planda şehirlerdeki savaşı temel aldığımızı burada uzun uzun anlatacak değiliz. Birkaç aya kadar, 2. ve 3. kısımları çıkacak olan KESİNTİSİZ DEVRİM broşüründe bu mesele etraflı bir şekilde konmuş olacaktır.
Birkaç ay sonra anlaşılacaktır devrimci savaş, kavanozda yetişmiş Campus "mao"cu kalpazanlarının sandığı gibi saksıda mı geliştirilecektir, yoksa devrimci pratikte yakılan kıvılcımla emekçi halkın bilincinde, ruhunda, kalbinde mi geliştirilecektir.
(3*) PDA kalpazanları bu yazıdan sonra, baştan karşı çıktıklarını "özeleştiri" yaparak kabullendiler. Ama bunlar, aynı pasifist çizgiyi sürdürmekten vazgeçmediler. Şu anda ilk bakışta doğru şeyler söylediği zannedilen bu fraksiyon temelde halk savaşı teorisini tahrif ederek, revizyonizmin pasifist çizgisini keskin 'Mao'cu pozlarla sürdürmektedir. Bu yüzden bu grup, pasifizmin en namussuz, en igrenç ve en sahtekar bir fraksiyonudur.
(4*) Bunlar arasında Hikmet Kıvılcımlı'nın özel bir yeri vardır. Kıvılcımlı 20 yıla yakın hapislerde yatmış, siyasi irticaya karşı her dönemde doğru veya yanlış mücadele vermiş bir kişidir. Fakat önerdiği çizgi sağ bir çizgidir, Leninist bir çizgi değildir. Buna rağmen Türkiye Sol'unda Doktor Kıvılcımlı'nın bir yeri vardır. Geçmişine saygılıyız. Nasıl anti-leninist Rosa Luxemburg'un devrim tarihinde bir yeri varsa.
(5*) Ancak, bu, Debray'ın "politik liderlik askeri liderliğe tabidir" görüşü değildir. Bize göre tam tersine politik liderlik esastır. Politik liderlik ise marksist-leninist partidir. Halk savaşını şu ya da bu örgüt değil, bu parti yönetirse devrim zafere ulaşabilir